22 Aralık 2013 Pazar


NE BAHAR NE DE KIŞ

22.12.2013/ Radikal İKİ

Ortadoğu’da alt üst oluş süreci dört gün önce üçüncü yılını tamamlandı. O ilk günlerdeki heyecan yok gibi, kimse gelinen noktadan memnun değil. İlginç olansa Türkiye ve dünyada geçen yıl Müslüman Kardeşlerin yükselişi karşısında Arap baharını ‘kış’ olarak değerlendiren laik ve liberaller gibi aynı tanımlamayı Mısır ve Suriye olanlardan dolayı şimdi İslami kesimin kullanması. Yani herkes Arap ayaklanmalarına kendi meşrebine göre bakmaya devam ediyor. Tartışmanın nedeniyse ayaklanmaların merkezi olan Libya, Mısır, Suriye, Tunus’ta da farklı kesimlerin özgürlük ve demokrasi kavramına sadece kendi açılarından bakması. Tunus’ta 18 Aralık 2010’da yakılan isyan ateşinden sonra yoluna biraz daha sağduyulu  devam ediyor gibi görünse de Mısır, Suriye ve Libya’daki durum iç açıcı değil.   
Libya, bir aşiretler devleti haline döndü; devlet mekanizması henüz kurulamadı, silahlı çeteler gerektiğinde bakanları bile rehin alabiliyor. Ülkenin güney sınırları Mağrip El Kaidesi olarak bilenin örgüt için açık alan haline geldi. Mısır’da seçilmiş devlet başkanı, önceden ilan edilen bir darbeyle devrildi. Mısır halkının yarısı bu darbeyi destekledi. Arap ayaklanmalarının merkez ülkesi demokratik açıdan büyük darbe yedi. Üç yıl önce Mısır ayaklanmasını ‘çalan’ orduya güvenen Müslüman Kardeşler, ayaklanmayı birlikte gerçekleştirdikleri kesimlerin taleplerine gözlerini kapayınca silahla siyaset dışına itti. Oysa, cunta işe karışmasaydı büyük bir ihtimale İhvan sandıkta  kaybedecekti. Mısır’da çok yeni olan demokrasinin önünün kesen  darbecilerin, darbeyi destekleyenleri de ‘yiyeceğinden’ kuşku yok.

DIŞARIDAN ‘ELİNİ’ SOKANLAR
Suriye’de kimin yaptığı hala tartışmalı olan bir kimyasal katliamın ardından Türkiye dahil bazı ülkelerin ‘savaş’ çağrılarına pek kulak asılmadı. Esad’ın kimyasal silahları teslim etme manevrasıyla ABD’yla Rusya ‘emperyal çıkarda’ buluştu.  Fikir babalığı ve ev sahipliğini Türkiye’nin yaptığı muhalefetin çözülmesiyle El Nusra, Irak Şam İslam Devleti gibi El Kaide kökenli örgütler sınırlara hakim oldu. ABD için Esad bile El Kaide’ye tercih edilebilir durumda. Bu örgütlerle sadece PYD başa çıkabiliyor ve Rojava’nın büyük bölümünü PYD’nin kontrolünde. En önemli gelişme, sadece Suriye’de değil tüm bölgede Kürtlerin önümüzdeki dönemin en önemli öznesi olarak ortaya çıkacak olması. Yani Üç yılın sonunda Türkiye’nin kontrolündeki muhalifler ÖSO gibi yapılar kaybetti. Özellikle Suriye konusunda politika oluşturanların bu ülkeyi ve bölge politikalarını bilmedikleri ortaya çıktı. Üç yılın sonunda retorik ve kavram üretmekle, sadece İslami söylemle Ortadoğu’da politika yapmanın tek başına yetmeyeceği ortaya çıktı.

Tıpkı Mısır’da olduğu gibi Suriye’de de rejimin ve ordunun farklı davranacağını düşünmek ancak naiflikle açıklanabilir. Üç yıl önce Esad rejiminin ne kadar vahşi olabileceğini tahmin edemeyenler uluslar arası dengeleri bilmeyenler şimdi durumun kışa döndüğünden söz etmekte. Üç yılını sonunda, bölgede ordular hala ‘sahibinin bekçisi’ konumunda.  Mısır darbesi, birçok eksikliğine hatasına rağmen iyi kötü yürümeye çalışan bir demokrasi denemesini sekteye uğratmış, ılımlı siyasetleri radikalleştirme eğilimini doğurmuştur. Suriye’de Esad’ın devrilmesini uğruna her şeyi mubah gören Türkiye-Katar-Suriye üçgeni bilinçli ya da bilinçsiz olarak El Kaide’nin güçlenmesine neden oldu. Ama bu ittifak Mısır darbesinde yollarını ayırdı. Bu durum Arap ayaklanmaları ile ilgisi olmayıp reel politikayla vicdani yaklaşımın çıkarlar çerçevesinde yer değiştirmesidir.  
UCU AÇIK HAREKETLER
Oysa 3 yıl önce ayaklanan kitleler yıllardır süren lider sistemlerini yerle bir etmiş, rejimleri, rejimleri ayakta tutan anlayışları tam deviremese de önemli bir gedik açmıştı. Önemli olan bir şeylerin değiştirebileceğine olan inanç ve ruh haliydi. İnsanlar ayaklandı ve başardı. Arap coğrafyasında olan ayaklanma dalgasında insanlar olan biteni devrim olarak nitelendirdi, nitelendiriyor. Bildik devrimlere benzemeyen belki 1848 devrimlerini hatırlatan ucu açık nereye evirileceği hala belli olmayan, insanların kendilerine olan güvenlerini sağlayan bir dönemdi.  Üç yıl önce başlayan Arap ayaklanmaları farklı noktalarda kesintiye uğradı, kirletildi, kendilerine ‘yeni’ diyenler eski rejimlerin yöntemlerini kullanarak ilerlemeye çalıştı. Süreç hala emekliyor olsa da hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı biliniyor.
Bu açıdan Batı patentli bahar kavramı kadar ardından yapılan kış benzetmeleri de doğru değil. Çünkü üç yıl önce başlayan rüzgâr ‘ne bahardı ne de durum şimdi söylenen gibi ‘kış’. Tarihçi Eric Hobsbawn hayattayken BBC’ye şöyle demişti: 'Eğer bir devrim olacaksa böyle olacaktır. En azından ilk günlerinde. İnsanlar sokaklara çıkacak ve doğru şeyler için gösteri yapacaktır. Hep böyle gitmeyeceğini bilsek de”. Bahar-kış analojisi yapanlara da şöyle cevap vermişti: “1848'den iki yıl sonra herkes başarısız olduğunu düşünmüş ancak, isyanların olumlu etkileri uzun vadede anlaşılmıştı”.
Örneğin, üç yıl önce oluşturulan toplumsal mutabakatın yerini sandıkta çoğunluğu sağlayınca diğerlerine sırt çevirenler, demokrasinin bir çoğunluk değil çoğulculuk rejimini olduğunu anlamayanlar, eski sistemin mekanizmalarını kullananlarla, kendi güçleri yerine orduyu devreye sokarak darbeyi destekleyenler aldı. Ancak Rabia meydanındaki ayaklanma hali üç yıl sonra gelinen noktada insanların baskılara direndiğini, bu ruh halinin devam ettiğini gösterdi.
Peki üç yıl sonra nereye gelindi? Belki bu soruya 1970’lerde Çin Başbakanı Çu en Lai’nin Fransız devrimi ile ilgili sözleriyle yanıt verilebilir: “Değerlendirmek için henüz vakit erken”



15 Aralık 2013 Pazar




KİEV'DE BUZDAN BARİKATLAR 

Mete Çubukçu

Hava soğuk. Meydana hakim kulenin üzerindeki sayaç -11'i gösteriyor. Bunun anlamı yarım saatten fazla dişarıda kalamamanız demek. Oysa sayıları fazla olmasa da, insanlar meydanda bekliyor. Meidan Ukrayna dilinde de 'meydan'. Ukrayna'nın her tarihi dönemecinde halkın toplandığı merkez; 1991 bağımsızlık, 2004 Turuncu Devrim günlerinde ve şimdi üç haftaya yaklaşan protestolarda. 

Gece çadır kenarlarına kurulan varil sobalardan yükselen dumanlar, dağıtılan sıcak içeceklerin buharına karışıyor. Hava soğukluğunun yanında gergin; gelen haberler gece yarısından sonra polisin alana gireceği yönünde. Alana kurulan platformda konuşmalar, şarkılarla az sayıdaki insanı alanda tutmaya çalışıyorlar. Protestoculara destek gelmesi zor; meydana yönelik metro seferleri ertelenmiş durumda. Az sonra birkaç bin polis farklı yönlerden alana giriyor. Göğüs göğüse bir mücadele sonrası bazı çadırlar sökülüyor. Üç hafta önce yaşanan şiddete göre polis biraz daha yumuşsak gibi. Çünkü Berkut denilen özel kuvvetler yok bu kez. Yine de yaralanalar, gözaltına alınanlar var. 

KAR TORBALARIYLA TAHKİM 

Sabah saatlerinde binlerce kişi alana akıyor alanın etrafındaki polis protestolar arasında geri çekiliyor. Her ülkenin direniş yöntemleri farklı. Gündüz halkın, kayıp düşmemesi, rahatça alana girebilmesi için buzları kıran aktivistler müdahale esnasında polisi engellemekmiçin yolları sulayıp buz tutmasını bekliyor.Ertesi gün barikatlar kum benzeri kar torbalarıyla tahkim ediliyor.  Tüm bunlar son yıllarda dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan olaylarla benzerlik taşıyor. Çadırlar, yiyecek, tıbbi yardım zinciri, işgal binaları. 
Sabah olunca polis meydanı terk etmek zorunda kalıyor; binlerce kişi günün ilk ışıklarına meydana akıyor çünkü. Dİğer şehirlerden destek için gelenleri engellemek için Havaalanları, tren istasyonları kontrol altına alınıyor
Savcılar da görev başında tabii. Meydanda olanları canlı yayınlanlayan kanalları sorumlularını ifadeye davet ediyor çalışanların bilgilerini istiyor vs. 

RUSYA MANEVRASINA İTİRAZ

Muhalefet alanı terk etmiyor. Sürekli bir konser hali hakim. Yapısıysa karışık.  Eylemlerde birkaç siyasi hareket var.Bunlardan ilki, boksör Vitali Klitschko’nun liderliğini yaptığı “Udar” (Yumruk) partisi, ikincisi iki yıldır tutuklu bulunan eski Başbakan Yulia Tomochenko’nun İttifakı, üçüncüsüyse aşırı milliyetçi Svoboda (Özgürlük) Partisi.  Bu son partinin AB yanlısı tavır almasının nedeni ukrayanın Rusya kontrolünden bu şekilde kurtulacağını düşünmesi. Kiev'deki Leinin heykelini yıkanlar da  bu partinin taraftarları. Oysa olan bitenin Lenin'le ilgisi yok ama Putin'in Rusya'sıyla var. Ukrayna'da Putin Rus hegemonyasının temsilcisi olarak görülüyor. Zaten bu ülkedeki mücadele iç dengeler kadar AB-Rusya çekişmesinin bir parçası. 

AB Ukraynayı ticari birliğe çağırıyor Ruslar ' gaz borcunuzun bir kısmını silelim, AB ile ilişki kurarsanız sizinle ticareti durduruz, bu da yüzbinlerce işsiz anlamına gelir' diyor. Ukrayna ihracatını %30'unu Rusya ile yapıyor. Devlet Başkanı Yanukoiç'in son anda AB masaından kalkarak Moskova'yla anlaşacağını açıklamasını kimse çözememiş. Ama aslı sorun egemenlik alanı ile ilgili.  Putin'in hayali eski Sovyet coğrafyasını bir kısmını ekonomik, siyasi birilik içine alamak. Ukrayna bu planın batı sınırında. Muhalifler dahil kimse Rusya etkisini yadsımıyor, ilişkiyi destekliyor sadece Rusya'nın 'büyük biraderlikten' çıkmasını savunuyorlar.

DÜNYA STANDARTLARI TALEBİ

insanlar tarafını  belli etmek için kullanıyor ama Meydandaki AB bayrakları da biraz tuhaf kaçıyor. Çünkü AB'nin bu konuda yapabileceği şeyler sınırlı. Bu nedenle bazı muhalifler 'kendi güçüüze güvenmeliyiz' fikrinde. 
Söylenen şu: polis devleti değil bağımsız yargı, demokratik bir devlet, yolsuzluk değil şeffaflık istiyoruz . Muhalefetin de bu konudaki sicili tartışmalı ama istenen normal standartlarda bir gelir ile dünya vatandaşları gibi yaşayabilmek

Sonuçta sokakta, elitler, oligarklar, aydınlar arasındaki o varoluşsal tartışma Kiev'de geçerli:  Demokratik değerler ekonomik istikrara feda edilebilir mi? Hayır diyenler meydanda durmaya devam ediyor. Zaten bugün evlerine gitseler biraz 'ısındıktan' sonra tekrar geri dönecekleri biliniyor. Bir de sokakta yapılan politikanın daha gerçekçi olduğuna inanıyorlar. Bir Kievlinin söylediği gibi: Paylaşıyoruz ve bu bize yetiyor. 

*PASAPORT programında önümüzdeki hafta Ukrayna'daki mücadeleyi tüm yönleriyle ele alınacak. 

5 Aralık 2013 Perşembe



IRAK POLİTİKASINA ‘PETROL’ AYARI 

Mete Çubukçu/ 8.12.2013

Ortadoğu’daki gelişmeler Ankara’yı bozulan ilişkileri tamire zorluyor. Son yıllarda Türkiye, bölgede tek başına her şeye karar veren, moda  ve fiyakalı tabiriyle ‘oyun kuran’ ya da oyun kurma iddiasındaki bir ülkeden, olayları takip eden ülke durumuna geldi. Oysa bölge ülkeleriyle ilişkilerde, ‘hiçbir şeye bulaşmamak’ anlayışı kadar ‘ben bilirim’  yaklaşımı da yanlıştı. Ortadoğu’da kimsenin ne tek başına ‘oynamak’ ne de ‘olayların dışında kalmak’ lüksü var.  İnce bir çizgide yürütülecek makul, tepeden bakmayan ve öngörülü politikalar Ortadoğu’nun kaygan zemininde sağlam durmayı beraberinde getirebilir. Son dönemde Türkiye yeni bir başlangıç yapmasa, her şeyi ‘reset’lemese de bazı politikalarını elden geçiriyor. Bu normal ve herhangi bir beis yok. Ama Dışişleri Bakanı Davutoğlu ‘reset’ kavramına karşı çıkmış ve “bu kavram sanki yanlış giden bir politika varmış da bu düzeltiliyor gibi dile getiriliyor. Böyle bir şey söz konusu değil” demiş. “Türkiye politikalarını değiştirmedi, bölge değişti” diye eklemiş. Bölgenin değiştiği şüphe götürmez. Ama Türkiye’nin politikalarını değiştirmediği de tartışılır; sıfır sorun politikasından bugüne kadar politikaların ikinci, hatta üçüncü kez değiştiği görülüyor. Bazı değişiklikler yapılırken koşulları politikaları değişime zorlayabilir. Değişikliğin her zaman, ‘biz’ istediğimiz için olması gerekmediği gibi, bu durumu kavramsal bir çerçeveyle ‘süslemek’ de gereksiz. Politikalar sıkışır, yanlışlıklar düzeltilir. Dünya yeniden keşfedilmez.  
Suriye’de son dönem atılan adımlar, Irak merkezi hükümetine yönelik yaklaşım değişikliği bu durumun en yakın örnekleri. Suriye’de sınır güvenliği daha sıkı denetlenirken, El Kaide tarzı örgütlere yönelik engelleyici adımlar atılıyor. Irak’ta Kürt petrolünün Türkiye üzerinden aktarılması için Bağdat’ın da görüş, rıza ya da onayı gerektiğinin geç de olsa farkına varılıyor. Türkiye Irak politikasını yeniden gözden geçirmek durumunda kalıyor.

İŞİN İÇİNE PETROL GİRİNCE

Geçtiğimiz haftalarda Türkiye Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) ile bölgenin enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden taşınmasına ilişkin anlaşmaların imzaladığı ortaya çıktı. Ortaya çıktı çünkü anlaşma gizli imzalanmıştı. Bağdat yönetiminin anlaşmaya tepkisiyle, gazete manşetlerinin tersine işlerin ‘yolunda’ gitmediğini öğrendik. Oysa, Bağdat’ın bu haliyle, anlaşmaya zaten ‘hayır’ diyeceği biliniyordu,  keza Washington’ın da. Tarihin bir cilvesi olsa gerek, bir zamanlar Amerika’nın Irak’ı böleceği iddia edilirdi, şimdi  Amerika ‘aman kimse tek başına hareket etmesin’ derken Türkiye Irak Kürdistan’ı ile imza atıyor. Bu imzalara göre Türkiye’ye Irak Kürt bölgesinde petrol arama hakkı verilirken, mevcut boru hatlarına aktarılacak petrol, yeni yapılacak petrol ve doğalgaz boru hatları olarak şekillendi. Petrol parasının dağıtılmasına ABD’li bankaların aracılık yapacağına iddiaları ise doğrulanmadı.
Tabii anlaşma açığa çıkınca Bağdat ‘bekleneni’ yaptı, bir enerji konferansı öncesi Irak’ın kuzeyini Türkiye’den kalkacak özel uçaklara kapattı. Aynı şey geçen yıl bu zamanlar da olmuş, Enerji Bakanı Taner Yıldız Erbil’e gidememişti. Hava sahasını kapatarak verilen mesaj açıktı: Bağdat’ı by pass edemezsiniz. Bu yüzden Bakan geçen seneni tersine hemen Bağdat’a uçtu. Bu konuda üçlü mekanizma kurulması kararlaştırıldı, sorun aşıldı denildi. Anlaşmaya göre Irak merkezi hükümetinden bir gözlemci de Türkiye’deki vananın başında, ölçüm noktalarında bulunacak, elde edilen para bir kamu bankasında toplanacak ve o bankanın dekontunun da her gün merkezi Irak Hükümeti'ne verilecek.


TEK SORUN PARANIN PAYLAŞIMI DEĞİL.

Gelinen nokta Iraklı Kürtler’le Bağdat yönetimi arasındaki sorunları giderir mi bilinmez. Anlaşma mevcut haliyle geçtiği takdirde, Iraklı Kürtler  resmi olarak kendi bölgesindeki petrolün kontrolünde merkezden bağımsız hale gelecek. Bağdat yönetimi ekonomik konularda Kürt bölgesinin attığı imzalara karışamayacak. Oysa Irak merkezi hükümeti ile Kürt yönetimi anayasayı farklı yorumluyor. Merkez bütün anlaşmalarda kendisinin de imzasının olmasını isterken, Kürtler anlaşmaları kendilerini yapıp petrol geliri bölüşebileceklerini iddia ediyorlar. Türkiye, Bağdat’ın onayı olmadan tabii ki bu petrolü getirebilir. Ama o petrolün getirisinden çok zarar yol açması sürpriz olmaz. Türkiye’nin Iraklı Kürtlerle bu düzeydeki ilişkisi doğal olarak Washington’ı da rahatsız ediyor. Washington’ın derdiyse Irak’ın bölünmesinden çok, özellikle enerji konusunda, kendisinin içinde olmadığı bir anlaşmanın yürütülüyor olması. Gizli anlaşma belli medya organlarında ‘petrol akacak’ gibi iştah kabartıcı başlıklarla verilirken birçok pürüz çıkabileceği, Türkiye’nin Irak politikasında değişikliğe gideceği, Bağdat yönetimi ile atılan köprülerin yeniden kurulması gerektiğine dair fazla bir yoruma rastlanmıyordu. Zaten kısa süre içinde de merkezi hükümeti dışlayarak bu işin tek başına yapılamayacağı ortaya çıktı. Petrol geçen sene karşılıklı olarak hakarete varan retorikleri unutturdu, birçok şeye kadir olduğu ortaya çıktı.
Türkiye’nin Iraklı Kürtlerle işbirliği yapması, ekonomik ortaklıkta bulunması çok önemli. Ancak, Türkiye tam da bu nedenle Irak politikasında yeni ayarlara gitmek zorunda. Ankara’nın ‘politikamızı değiştirmiyoruz’ savunması da bu açıdan anlamlı değil. Bilakis Türkiye politikasını zorunlu olarak değiştiriyor ki olumlu bir adım. Bunu için komplekse de gerek yok. Tek başına hareket etme macerasından daha dengeli bir politikaya dönmenin de tam zamanı artık.

29 Kasım 2013 Cuma


İRAN'IN 'MANEVRASI', TÜRKİYE'NİN DURUMU!

Mete Çubukçu


İran her daim şaşırtıcı bir ülke olmuştur. Türkiye’deki İran algısı ve rejimin niteliğinden bağımsız olarak Acem diyarındaki tarihi, kültürel derinliğin yanı sıra diplomasi ve uluslar arası ilişkilerdeki manevra kabiliyeti hep dikkat çekmiştir. Bu derinlik İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşundan çok eskilere gider; her zaman başarılı olamasa da bölgedeki dengeler üzerindeki kontrolünü kaybetmemek için atacağı adımların bir ötesini hesaplar.
İran yeni cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’yle uzun süredir çok ağır ambargo nedeniyle ülke içinde sıkışan durum aşmak için hamleler yapmaya başladı. Ebedi ‘düşman’ ABD’nin İran’la uzun yıllar sonra doğrudan bağlantıya geçme isteğinde İran hemen karşılık verdi; durumu değerlendirdi. Tahran yönetimi kendisi için geri adım olarak nitelendirilebilecek ancak bir sonraki adımda önünü açabilecek girişimi hemen başlattı. Aslında Hasan Ruhani seçildiğinde kimse böylesi bir adım beklemiyordu. Ruhani ilk konuşmasında başkanların gelenek haline getirdiği İsrail karşıtlığına değinmedi. Birleşmiş Milletler Genel kurulunda Amerika ile görüşmeye hazır olunduğunu belirtti. İran’ın en son ambargo uygulaması nedeniyle ekonomik olarak çok zor günler geçirdiği bir gerçek. Enflasyonun arttığı, ülke dışından gelen paraların bloke edildiği, petrol satışının yapılamadığı bir dönemde atacağı adımın hem içeriyi hem de bölgedeki politikasının önünü açması gerekiyordu. Amerika’nın Suriye’deki çekimser tavrına önümüzdeki yıl Afganistan’dan ayrılacak olması da (Afganistan’da Taliban ve Kaide karşıtlığı ABD ile İran’ı buluşturan bir unsur. Amerika bu noktada İran’a ihtiyaç duyar) da eklenince Washington’ın Ortadoğu’da silahlı yeni bir maceraya giremeyeceğini anlayan yeni İran yönetimi kendi önünü açacak adımları attı.

İsrailliler ve Suudiler aynı cephede

İran, 5 artı 1 olarak adlandırılan ülkelerle, masada uzun süredir anlaşamadığı konularda taviz vererek bazı nükleer santralleri kapama, uranyum zenginleştirmeyi durdurmayı kabul etti. Karşılığında ise bloke edilen 10 milyar dolara yakın para İran’a verilecek ve 6 ay sonra anlaşma yeniden gözden geçirilecek. Bu durum içeride ekonomik durum için can simidi anlamına geliyor. İran’ın bu adımı atması, Amerika’nın Obama ile farklı bir politika uygulamasının etkisi yadsınamaz. Bu anlaşmaya en fazla tepki gösterenlerin başında ise karşı cephelerin ülkeleri gibi görünen İsrail ve Suudi Arabistan var. İki ülke İran’ın bölgedeki rolü ve son çıkışı konusunda benzer politika izliyor. İsrail, ABD’nin İran’a yönelik askeri bir seçeneği devre dışı bırakmasından hoşnut değil. Çünkü düşmanı ile varolan ve sürekli tehdit algısı ile bölgede kendini konsolide etmeyen çalışan İsrail için İran hala güvenilmez bir ülke. Suudi Arabistan ise Sünni hattın lideri olarak bölgede nükleer bir İran’a hep karşı. Suudiler için Basra körfezinin hakimiyetinden çok mezhebi farklılık İran karşıtlığında rol oynar. Bu noktada Amerika ile Suudi Arabistan’ın önümüzdeki dönemde sorun yaşayacağını söyleyebiliriz. Hatta yakında Suudilerin başka ülkelerle nükleer silah üretme yönelik girişimi kimseyi şaşırtmamalı. Amerika’dan umduğunu bulamayan İsrail ise tek başında saldırı seçeneğini bile göze almayı deneyebilir. Kısaca İran bu girişimiyle bölgenin kimyasını etkiledi.

Suriye’deki İran
Ancak, İran’ın attığı adımda Suriye faktörü de önemli rol oynadı. Suriye’deki iç savaşın Türkiye dahil bölgedeki birçok ülkenin dengesini bozduğu bir vaka. İran, Suriye konusunda pozisyonunu koruyarak, hatta Suriye’de bizzat savaşarak sonuna kadar bu konuda direneceğini gösterdi. Hali hazırda Suriye’de İran, etkisini arttırmış hatta İransız bir çözümün çok mümkün olmayacağı da görülmüş durumda. İran nükleer anlaşmayla kendini rahatlatırken Suriye konusunda diplomasisi masasında kendini yer açtı.

Türkiye ise son aylarda sanki bütün politikasını gözden geçiriyor. Irak merkezi hükümeti ile yeniden bağlantı kurmaya çalışıyor ki Bağdat’ta İran’ın etkisi biliniyor. İran’la Suriye meselesinden dolayı soğuyan ilişkileri tamir etmeye çalışıyor.
Bu nedenle Türkiye’nin İran’la birlikte Cenevre öncesi Suriye’de bir ateşkes çağrısında bulunması anlamlı. Çünkü Türkiye böyle bir çağrının kendisi tarafından tek başında yapılması durumunda çok fazla etkili olmayacağını biliyor. Türkiye bu çağrıyı yaparken şunu amaçlıyor: Suriye’de muhalefetinin alan kaybetmesinin engellenmesi, Kürtlerin alan kazanmasının durdurulması, rejimin masaya daha zayıf bir durumda oturması.


Türkiye neden ateşkes istedi
Türkiye bölgede bazı adımlar atarken, bunların İran’ı dengelemeye yönelik olduğu bilinir. Ama bu kez dengeler İran lehine bozulmuş gibi. Hatta Gazze’de Hamas, bir süre önce İran’la ilişkisini kesip Türkiye’ye yönelirken son dönemde yeniden İran’a meyletmek zorunda kaldı. Çünkü Türkiye alan kaybederken, İran pragmatik, pratik, bir sonraki adımlardaki dengeleri hesaplamış gibi görünüyor. Türkiye ise, tbölgedeki ülkeleri ‘rahatsız edecek’ adımlar atarken, birçoğunda amaçladığı noktaya ulaşamadı.

Sonuç olarak İran, Türkiye dahil birçok ülkeyi bölgeyi yeni adımlara zorluyor. Tıpkı Suriye gibi . Batı-İran yakınlaşması Türkiye’nin nüfuz alanını etkilerken Suriye’deki rejimin ömrünü de uzattı. Batı’nın İran’la kurduğu ‘nükleer anlaşma masasında’ Türkiye yok. İran zaten Türkiye’nin olmasını talep de etmedi. Oysa Suriye için toplanacak Cenevre Konferansı için yakın zamana kadar İran’ın ismi geçmezken Şimdi telaffuz ediliyor. Neticede Ortadoğu’da politika yapmanın hesap işi olduğu bir kez daha ortaya çıktı.

17 Kasım 2013 Pazar


ROJAVA, HEWLER, AMED

Mete Çubukçu/17.11.2013

 

İzlediği Suriye politikasında umduğunu bulamayan Türkiye, amacına ulaşamadığı gibi dengesi de bozuldu. Bozuldu çünkü, birçok şey hesaplanmadan yola çıkılmıştı. Bugünkü gidişattan anlaşılan hesaba katılmayan en önemli konunu da Rojava olduğu. Belki Suriye’de kan dökülmeye başlandığında Türkiye’nin politikasını oluşturanlar Rojava isminden bile habersizdi. Çünkü, savaşın bu kadar uzun sürmeyeceği, kanlı Esad rejiminin hemen devrileceği, Türkiye eksenli muhalefet öncülüğünde Suriye’deki Kürt meselesinin ‘halledileceği’ düşünülmüştü. Oysa öyle olmadı. Rojava’nın Suriye’deki kanlı savaştan hesapta olmadığı şekilde en azından şimdilik ‘diri’ bir şekilde çıkacağı belli oldu. Rojava demek aslında tarihsel, akrabalık, sınırdaşlık anlamında Türkiyeli Kürtler demek. Dolayısıyla Rojava’yı Türkiye’deki sorunun çözümünden bağımsız düşünmek pek mümkün değil artık.

Şimdilerde, Suriye Kürdistanı’ndaki gelişmeleri geciktirme, zaman kazanma ve hatta ‘birbirine kırdırma’ politikalarını içeren çeşitli manevralar söz konusu. Suriyeli Kürtlerin bir kısmı, yani Türkiye ve Barzani’nin desteklediği gruplar alanda pek bir varlık gösteremedi. Üstelik başlangıçta yok sayılmaya çalışılan ya da görmezden gelinen Kuzey Suriye’de El Kaide unsurlarıyla başa çıkabilen tek güç gibi görünen PYD-YPG bölgeye hakim olmaya başladı. Bunlar olurken Türkiye politikasını yeniden gözden geçirdi. Nusaybin-Kamışlı arasına yapmayı planladığı duvar protestolar üzerine durduruldu. Ama Kürt bölgelerine açılan kapıları hala kapalı.

 

ROJAVA ÖZERKLİĞE Mİ GİDİYOR?

Türkiye’nin Rojava’yla ilgili kafasını netleştirmiş değil. Özellikle sınır kapılarının kapalı tutulduğu bir dönemde, Barzani’nin de farklı davrandığı söylenemez. Barzani Rojava’dan Irak Kürt bölgesine açılan kapılardan geçiş izin vermeyince YPG Irak merkezi hükümeti bölgesine açılan Til Koçer kapısını ele geçirdi. Bu kapı Irak Kürt bölgesini by pass ederken Rojava Kürtleri için çok önemli stratejik bir kazanım anlamına geliyor. Ancak, Irak merkezi hükümetinin de bu kapının alınmasına göz yumduğunu da söylemek gerek. Suriye’deki petrol bölgelerinin bir kısmı da artık PYD-YPG’nin kontrolü altında.

Başbakan Erdoğan’la Barzani’nin Diyarbakır buluşmasındaki ayaklardan biri de tabii ki Rojava politikası ve birlikte iki tarafın ne yapabileceği. Rojava’da Barzani ve Türkiye, PYD’nin yükselişini önlemek için Barzani’ye yakın partilerin etkin olması için çaba gösterdi. Bu iş asıl olarak da Barzani’ye bırakıldı. Ama bu partiler alanda ve kitle içinde etkili olamadı. YPG El kaide bağlantılı örgütlerle savaşan ve Nursa cephesi ve Irak Şam İslam devleti isimli örgütleri Rojava’dan dışarı çıkarırken karşılığında geçen hafta Kobani’de bu örgütlerin bildik bir saldırısına maruz kaldı. Bir bombalı saldırıda 12 kişi hayatını kaybetti. Bu saldırının arkasında El kaide bağlantılı örgütler olduğu biliniyor. Türkiye El Kaide türevlerine artık mesafe koymuş olsa da bölgede algı böyle değil. Ama Türkiye özellikle ABD ve Batı’da başlayan tepkiler neticesinde bu örgütlerle ilgili tedbirlerini arttırdı, geçişleri kontrol altına aldı. En azından Rojava’da çatışıp Türkiye’de tedaviye gelen savaşçılara dair haberler artık çıkmıyor. Seyrek de olsa  Suriye’ye giden silahların yakalandığı haberleri geliyor.

Bu arada, Barzan İso ve Namık Durukan gibi gazetecilerin haberleri Rojava’da özerk yönetime bir adım daha yaklaşıldığını gösteriyor. PYD’in içinde yer aldığı Kürt, Arap, Çeçen ve Hıristiyan temsilcilerin yaptığı toplantı sonunda Rojava Genel Yönetimi Kurucu Meclisi oluşturuldu. Afrin, Kobani, Cezire bölgelerinde 3 ayrı özerk bölge kurularak her bölge kendi meclisini kurdu. Daha sonra bu bölgelerde oluşan meclisler ayrıca bir genel meclis de birleşecekler. Bu yapı içinde PYD’ye muhalif olan Kürtlere de yer verilmiş durumda. Kısacası, Rojava’daki son gelişmeler bölgedeki güçleri yeni hareket tarzlarına zorluyor.

HEWLER AMED’E DAVETLİ

Hafta sonu Diyarbakır’da bir araya gelen Başbakan Erdoğan-Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi başkanı Mesud Barzani buluşmasını da bu açıdan değerlendirmek gerekiyor. Irak Kürt yönetimi Türkiye’nin bölgede görüşebildiği ve arasının görece iyi olduğu tek merkez. Diyarbakır’daki buluşma tabii ki sembolik mesajlar ve jest içeriyor. Irak Kürt liderini ‘bölgenin başkentinde’ ağırlamak bir yanıyla Kürtler ve Kürt sorununa verilen önemi gösteriyor. Keza bu buluşmanın Şivan Perwer-İbrahim Tatlıses düetine sahne olacak olması da işin cabası. Olumlu, güzel ve ‘beklenilen hareketler’ bunlar. Diyarbakır hem Mesud Barzani’yi hem de Şiwan Perwer’i bağrına basar, türküleri yüreğinden söyler. Bunda herhangi bir beis yok. Ama tüm bunlar Türkiye’deki çözümün ana damarlarındaki tıkanıklığı ne kadar açar orası belirsiz. Bu buluşma tabii ki kozmetik bir buluşma değil ancak Türkiye’de BDP-İmralı eksenli beklentileri ne kadar karşılar bilinmez.

Mesud Barzani ziyareti Türkiye’nin  Irak merkezi hükümetiyle 2 kayıp yılın ardından yeniden ilişki kurmaya çalıştığı döneme denk geliyor. Ankara Barzani’ye bir yandan bu ilişkinin nedenin anlatacak diğer yandan enerji konusu gündeme gelecek. Çünkü Irak Kürt bölgesinden Türkiye’ye yönelik olarak yapılan petrol ve doğal gaz hatları ilerlemiş durumda. Yakın zamanda doğrunda sevkiyatın başlayacağı petrol boru hattının durumu ele alınacak. Bu konuda Irak merkezi hükümeti karşısında nasıl pozisyon alınacağı da gündeme gelecek. Boru hatlarını merkezi hükümeti devreden çıkararak işletmeye başlamanın zorlukları Erbil yönetimine anlatılacak.

Önemli konulardan biri de tabii ki Rojava. Türkiye ve IKBY başından beri Rojava konusunda aynı cephede. Türkiye Rojava’da Barzani yanlısı Kürt muhalefetini destekledi, hatta Rojava işini bir anlamda Barzani üzerinden yürütmeye çalıştı. Ama olmadı. Türkiye ve Barzani’nin Rojava’daki gelişmeleri engelleme, sınırları kapama değil, bizzat Rojava’yla birlikte yeni bir oluşuma gitme üzerinden planlaması gerekiyor. Iraklı Kürtlerin Rojava konusunda ileride pişman olacakları adımları atmaması gerekiyor. Türkiye, yılan hikayesine dönen Kürt konferansının Barzani öncülüğünde ve kontrolünde yapılmasına yeşil ışık yakmıştı. Barzani de konferansın kendi denetiminde olmasını istiyordu. Konferansın ertelenmesinin en önemli nedenlerinden biri özellikle Rojava’da PYD’nin elinin güçlenmesi. Türkiye eğer PKK konferansa hakim olacaksa toplantının düzenlenmemesinden yana. Ama realite PYD’nin giderek güçlendiği ve Türkiye-Barzani ittifakının tersine kontrolü ele aldığını, PKK’nın ise  silahların konuşmadığı bir dönemde siyaseten kendini göstermek istediğini gösteriyor.  

Yani, Rojava özerk bir yapıya gidiyor. Türkiye de insanların ölmediği ama somut adımların tam atılmadığı barış sürecinde, Irak Kürt Bölgesi lideriyle Türkiyeli Kürtlerin bir anlamda başkent bellediği Diyarbakır’da buluşarak olumlu bir adım atıyor. Ancak, Iraklı Kürtlerle iyi geçinirken içeride kendi Kürtleriyle ilgili süreçte hala mesafeli olduğu görülüyor.

Ortadoğu’daki yeni dönemde Kürtleri hesaba katmadan ilerlemek pek mümkün değil. Ama bu adımları atarken eski dönem politikaları değil ileriyi gören çözüme yönelik adımlar gerekiyor. Rojava’da bunların başında geliyor. Yani Türkiye yoluna içeride ve dışarıda Kürtlerle ‘barışarak’ devam etmesi gerekiyor,. Rojava’ya, Hewler’e, Amed’e ayrı politikalar uygulayarak değil.

27 Ekim 2013 Pazar


DÜNYA BİZE DÜŞMAN MI?

Radikal İKİ/ 26.10.2013

 
Türkiye uzun süredir hiç alışkın olmadığı kadar dış politika eksenli tartışmalara sahne olurken nereden bakıldığına bağlı olarak bu durum farklı değerlendiriliyor. Bu durum Türkiye’nin dünya artan öneminden rahatsız olanların ‘oyunları” olarak değerlendirildiği gibi, son dönem Türk dış politikasının savrulmasından kaynaklanan yalpalamaya bağlayanlar var. Bu farklı bakış açılarının ne hepsi doğru ne de yanlış; abartılı bir hükümet savunuculuğu kadar karşıtlık da söz konusu. Çünkü Türkiye’nin içinden geçtiği dönemde herhangi bir meseleyi aklı selim içinde değerlendirmek mümkün değil. ‘Yeniden ortadan bölünmüş’ bir ülke olarak Türkiye’de herkes kendi cephesini koruma derdinde,  cephesinin ‘askeri’ gibi davranıyor.

Suriye meselesindeki bölgeyi bilmemekten kaynaklanan, yanlış ve hesapsız politikanın Türkiye’nin dengesini bozduğu aşikar. Ancak, Gezi olayları nedeniyle ortaya atılan komplo teorilerine bağlı olarak dünyanın topyekun ‘Türkiye’yi hedefe aldığı’ tezini sürdüren hükümetin bir dönem hatta hala ulusalcıların savunduğu biçimde amorf bir ‘bağımsızlıkçı’ söyleme yöneldiği görünüyor. Evet, Türkiye çevresiyle sorun yaşıyor, yeri geliyor Şangay Beşlisi’ne katılma fikrini ortaya atıyor, NATO’ya posta koyuyor. Ama tüm bunlar yapılırken sanki yüksek sesle tribünlere oynanarak ülkenin içi tahkim edilmeye çalışılıyor. Yani bildiğimiz ‘dış düşman’ tezi işleniyor. Bunların son örneği MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı hedef aldığı ve İsrail kaynaklı olduğu iddia edilen haberler.

Yapılan tartışmalara dışarıdan bakan birisi ‘bütün dünyanın Türkiye’ye yüklendiği’ hissine kapılabilir. Oysa dünyanın hiçbir ülkesinde bir ya da iki gazete çıkan haber üzerine günlerce gündem oluşturulmaz ya da kamuoyu oluşturulmaya çalışılmaz. En azından ‘büyük’ ülke iddiası taşıyanlar, kendine güvenenler bunu böyle yapmaz. Hele bu iddiaların doğru olmadığı söyleniyorsa haberler kaale bile alınmaz.

Türkiye’nin son dönem dış politikası (doğru ya da yanlış) doğal olarak bazı ülkeleri rahatsız etmekle. Bu nedenle farklı açılardan Türkiye yüklenildiği doğru. Zaten uluslararası politikada bunların olması da normal, dünya tarihi bunların örnekleriyle dolu.  Diğer yandan dış politikada hükümetin iddialı olarak yola çıktığı konuların elinden kayıp gitmesinin yarattığı bir sinir bozukluğu da söz konusu. Ancak, konunun günlerce gündemde tutulması, Türkiye’ye topyekün bir komplo kurulduğu havası da sanki bizzat içeride ‘yaratılıyor’ gibi. Bu yaratılan havadan alıştığımız tarza mağduriyet çıkarmaya çalışanlar kadar, Türkiye Cumhuriyeti devletinin geleneksel refleksi olan ‘dış düşman’ yaklaşımının da kullananlar da var.

KAPASİTE AŞIMI!

Birkaç yıl öncesinde bölgenin elitleri arasında ve sokaklarında itibar gören, belli çıkarlar çerçevesinde olsa da yumuşak yaklaşımıyla bölge haklarının teveccühünü kazanan Türkiye, özellikle Suriye meselesinden sonra bu algısını yitirdi. Türkiye artık Sünni hattı bölgede ihdas etmek isteyen bir ülke olarak algılanıyor. Yine aynı meselede ABD ile birlikte hareket etse de ABD’den daha hevesli bir Suriye politikası izleyen Türkiye’nin tezleri giderek daha az taraftar buluyor. Artık diplomasi masası zorlanıyor. Suriye’de bölgeyi ve bölge dengelerini bilmemekten kaynaklanan bu sonuç Mısır’daki askeri darbe ile birleşince Türkiye’nin hareket alanını iyice küçüldü. Bu cümleden, sıranın Türkiye’de olduğu ve dünyanın böyle bir komplo içinde olduğu sonucu çıkmasın. Ancak, Türkiye Arap ayaklanmaları ile henüz tam değişmeyen ‘düzen’i iyi okuyamadı. Acele etti ve bu acelecilik kendisini bağladı. Bugün bölgede kalan ‘tek kale’ Hamas da zor durumda. Birkaç yıl önce İran’la yürütülen nükleer müzakerelerin ana ülkelerinden biri Türkiye’ydi. Hatta kendini riske ederek ama doğru bir tavır olarak BM güvenlik konseyinde olumsuz oy kullanarak birçok ülkeyi kızdırdı. Süreçte söz sahibi oldu, görüşmeler İstanbul’da yapıldı. Daha sonra Suriye meselesi ile İran’la mesafe açıldı yeni Cumhurbaşkanı Ruhani’nin yumuşak geçiş politikası değerlendiremedi. Yani Türkiye’nin o cephede de ismi pek geçmez oldu. Yani aynı anda birçok yerde politika uygulamak Türkiye’nin kapasitesini aştı.

AMERİKAN İSTİHBARATI GİBİ!

20 Ekim 2013 Pazar


BARIŞ SÜRECİ OYALAMAYA GELMEZ!


Radikal İKİ/ 20.10.2013
Demokratikleşme paketine KCK’dan Ekim ayı başında bir değerlendirme geldi. Malum beklentilerin karşılanmaması üzerine yaşanan hayal kırklığı, ‘ortada süreç kalmadı’ şeklinde özetlendi. Hatta paket Qundır yani kabak olarak nitelendirildi. Bu noktadan sonra gözler tabii ki Abdullah Öcalan’a, Öcalan’ın 15 Ekim’de BDP heyetiyle görüşmesine çevrildi. Bazı çevreler, uzak ihtimal olsa da ateşkesin sona ermesi ihtimalini konuşurken İmralı’dan böyle bir karar çıkmayacağı biliniyordu.
Demokratikleşme paketi Kürtlerin asıl ve asli haklarını-beklentilerini karşılamazken, demokratikleşme paketinden bağımsız olarak süreçle ilgili birçok soru işaretleri söz konusu. Bu soru işaretleri hem Kürt siyasi hareketi hem Kürtler hem de Türkiye için geçerli. İlk soru işareti, sürecin başından bu yana bir türlü açıklığa kavuşmayan -adını ister diyalog ister ham müzakere koyalım- görüşmelerin içeriği, şekli ve gidişatıyla ilgili. Bir diğeri bazı noktalar net olsa da kimin hangi zeminde kiminle görüştüğü ve görüşen tarafların inisiyatif kullanma marjının ne olduğu.
ÖCALAN-BDP-KANDİL
Kürt siyasi ve silahlı hareketini İmralı’da Öcalan’ın temsil ettiği, inisiyatifin onda olduğu biliniyor. Ama hükümet ya da devleti kimin temsil ettiği, bu temsiliyetin garantisi hala muğlâk. Öcalan, İmralı’da devlet-hükümet adına MİT’le görüşüyor. Yıllardır siyasi zeminde politika yapmadığı savıyla eleştirilen BDP milletvekilleri belki de hiç olmadığı kadar siyasal zemini kullanıyor. BDP’liler hükümet ya da Adalet Bakanlığı’nın ‘kotası’ dahilinde Öcalan’la heyetler halinde buluşuyor. Gerektiği zaman Adalet bakanı ile bir araya geliyor, Öcalan’ın taleplerini bakanlığa iletiyor. Bu arada Kandil’in görüşleri alınıyor. Tüm bunlar kamuoyuna açık bir biçimde gerçekleşiyor. Ancak, süreç ilerlerken, hükümet BDP’ye yükleniyor, BDP hükümetin süreç konusunda ayak sürüdüğünü söylüyor. Hükümet de kendisini eleştiren vekilleri İmralı heyetinden eliyor. Eğer görüşmeler devam edecek olursa yakında BDP’den adaya gidebilecek milletvekili kalmayacak gibi. Bir yandan BDP’nin siyasi zeminde çözüm için çalışması, meclis çatısı altında politika yapması istenirken bunu sessiz sedasız, eleştiri yönetmeden yapmaları isteniyor. Ya da söylenmek istenen şu: ‘Siz bu işe fazla karışmayın. Biz liderinizle süreci yürütüyoruz’. Hatta, BDP’li vekillerin eleştirel tavrının devamı halinde yakında Adalet Bakanıyla bile görüşemeyeceğini ima edilmesi de işi giderek tuhaflaştırmış durumda. Şöyle bir hava var sanki: Öcalan MİT’le daha iyi anlaşıyor. BDP ise Kandil’le birlikte süreci zorlaştırıyor. Oysa öyle değil. Görülen o ki MİT’in yaptığı görüşmeler hükümet tarafından pek kabul görmüyor.
SÜREÇ DENETLENMELİ
Baştan beri söylediğimiz üzere, benzer süreçlerde örneğini gördüğümüz, tarafları karşılıklı olarak denetleyebilecek, atılan ya da atılmayan adımlarla ilgili tarafları sorumlu tutabilecek üçüncü bir mekanizmanın olmaması en büyük hadikap. Kimin ne taahhütte bulunup neyi yerine getirmediği bilinmiyor. Çünkü, başından bu yana üç aşamalı plan konusunda hükümet ve BDP kanadının benzer şeyler söylediği, hükümete yakın gazetecilerin üç aşamalı planı tarih vererek en ince ayrıntısına kadar yazdıkları biliniyor. Son İmralı görüşmesinden önce hükümete yakın kaynakların artık üç aşamalı plandan söz etmemesi hükümetin de süreci yavaşlattığının bir göstergesi.  Çünkü sözünü ettiğimiz yazarlar hükümete ve dolayısıyla bu bilgilere yakın isimler.
BDP heyetinin her seferinde tırpanlanması, hatta son görüşmede Öcalan’ın ‘belki bir daha buraya gelemeyeceksiniz’ demesi sanki ilk günlerin umutlarını kıracak gibi görünüyor. Gelinen noktada süreç sadece hükümetin tek başına yürütebileceği bir noktadan çıkmış durumda. Devlet-hükümetin tek başına olma isteği aslında tipik devlet anlayışının tezahürü. Yani, ‘lideri ikna edersek diğerlerine ihtiyaç kalmaz’ anlayışı. Ancak, şimdiye kadar Öcalan-BDP ve Kandil’in major meselelerde farklı düşünmediği biliniyor. Üstelik sorun sadece bir istihbarat örgütünü yürütebileceğinden çok daha ağır ve kapsamlı. Sorun sadece bir güvenlik sorunu değil çünkü.
.
SİLAHA GERİ DÖNÜLEMEZ
Kandil yeniden silahlı bir geri dönüş yapmayacak ama Öcalan’ın son görüşmede söylediği gibi ‘farklı yöntemler’ denenecektir. Bu yöntemlerin yasal siyaset içinde kalması halinde hükümeti zorlayacağı kuvvetle muhtemel. Çünkü diyalog süreci başladığında sağlanması gereken tek şeyin karşılıklı güven olduğu biliniyor. Sürecin başlangıcında daha yüksek olan ‘karşılıklı güven çıtası’ aşağılara düşmüş durumda. Üstelik BDP ve Kandil’den sonra Öcalan’ın sözleri de demokratikleşme paketinden artık bir şey beklenmediğini ortaya koyarken BDP’yi yerel yönetimler aracılığıyla yeni politikalar oluşturmaya zorlayacaktır.
Türkiye yaklaşık 10 aydır insanların ölmediği bir ülke. Enseyi karartmadan bu süreci devam ettirmek ve silahları kesinlikle kullanmamak gerekiyor. Süreç tahminlerden çok fazla uzayabilir. Ama kimin Türkiye için barış istediği, kimin bu süreci sadece siyasi bir çıkar için kullandığı, oyaladığı yakın zamanda ortaya çıkacaktır. Kimse bu durumda bile 21 Mart öncesi dönüleceğini sanmamalı, ateşkesin bozulacağını düşünmemeli. Kesin olan tek şey artık geriye dönüşün olmadığı ve olmayacağı. Çünkü süreçten geri dönen taraf bu işin altından kalkamaz. Ama hükümetin seçimler sonuçlanmadan, Suriye meselesi netlik kazanmadan fazla yol almayacağı da görülüyor. Ancak Türkiye ve Kürtleri çok bekletmemek gerekiyor.

13 Ekim 2013 Pazar


 12.10.2013 - 12:6
 

Suriye’deki savaş bitmeden bölgede yapılanma mümkün değil

Ortadoğu’daki El Kaide’nin yapılanmasını, Suriye’de neler olduğunu, Pakistan Türkiye benzetmesini, Rojava’da yaşananları, Mısır’ın bölgeye etkisini ve Türkiye’nin Ortadoğu’da almış olduğu pozisyonu bölgeye en hâkim gazetecilerden Mete Çubukçu’yla konuştuk.

Suriye’deki savaş bitmeden  bölgede yapılanma  mümkün değil
Okuyucu Modunu Aç
Yazıyı Büyüt: 

EMRAH TEMİZKAN @emrahtemizkan

Ortadoğu’da alınan pozisyon son dönemlerde ülkelerin politikalarını epey etkilemiştir ancak son dönemde Mısır ve Suriye’de yaşananlar dünyanın siyasi iklimini önemli ölçüde etkiliyor. Ortadoğu’daki El Kaide’nin yapılanmasını, Suriye’de neler olduğunu, Pakistan Türkiye benzetmesini, Rojava’da yaşananları, Mısır’ın bölgeye etkisini ve Türkiye’nin Ortadoğu’da almış olduğu pozisyonu bölgeye en hâkim gazetecilerden Mete Çubukçu’yla konuştuk.

»Suriye’deki iç savaş nereye evrilecek? Esad nasıl bir rol izleyecek?
Gelinen noktada Esad rejiminin kolay bitmeyeceği görüldü ama eskisi gibi olmayacağı da ortada. Bölünme yaşanırken ülkenin diğer tarafına hakim olması ya da eski rejimi devam ettirmesi mümkün değil. Açıkçası ne olacağını bilmiyoruz. Durum daha kanlı ve intikam dolu bir yola girdi. Suriye halkı başta Esad rejimine doğal ve beklenen bir biçimde karşı çıktı. İlerleyen evrelerde örgütler ve ülkeler bazında Suriye’ye el atmayan kimse kalmadı. En son kimyasal silahın kullanılmasıyla dünya harekete geçti ama birden herkes durdu. Kimyasal silah diye ayağa kalkıldığında yüzbinlerce insan zaten ölmüştü. Kimyasal silah kullanılmadan ölümler meşruymuş gibi davranıldı. Kimyasal silah kullanımının hesabı çok da fazla sorulmadı. Bunu Suriye’ye müdahale anlamında söylemiyorum ama bu da bir şekilde geçiştirildİ. Kime karşı kullanırsan kullan insan hakları ihlalidir, savaş suçudur. Bu tablo içinde içeride savaşan güçler dahil herkes her türlü yöntemi kullanmaya başladı. O zamanlar El Kaide yerine cihatçılar olarak konuyordu bunun ismi mobilize hareket eden ve bir takım ülkelerin yardımıyla dolaşan bu silahlı güçlerin bir süre sonra, işi  Suriye’nin özgürleşmesinden başka bir yere çevireceğini düşünüyorduk. Bunun doğrulanması için yaşanması gereken somut şeyler şu anda oluyor. Bunun ismi konuluyor artık, El Kaide ya da uzantılı bir takım örgütler.

ÜLKELERİN GRUPLARI BURADA ÖRGÜTLENDİ
»Nerede kırıldı peki?

Bir takım mevziler kazanıp, sadece Esad’a karşı savaşmayıp, bulundukları bölgelerde kendi ideolojilerine göre yaşam alanı oluşturmaya başladılar. Bildik savaş yöntemlerini uygulamaya başladılar. Başlarda destek gördükleri ülkelere karşı kendi istekleri doğrultusunda seslerini yükseltmeye başladılar. 20 yıl öncesinin dünyasında yaşamıyoruz artık, hele de Ortadoğu bu süreçte epey değişikliğe uğradı. Ortadoğu’yu biraz bilenler bu tür savaşların nereye evrilebileceğini görebiliyor. Rusya, Amerika gibi ülkeler farklı cephelerde olsalar da El Kaide ve benzeri unsurların karşıtlığında birleşiyorlar. Bu nedenle Suriye’nin özgürlük savaşına kimin ne kadar destek verdiği, ahlaki olduğu, çıkarlarını koruduğu birbirine karışmış durumda.

»Türkiye burada nasıl konumlanıyor? Siz de Türkiye’nin suskunluğuna dikkat çektiniz son yazınızda.
Şu ya da bu nedenden dolayı Türkiye’deki medya da çok fazla yazılıp çizilmedi ama iki buçuk yıldır sınırlarda nasıl bir yapılanma olduğunu, sınırdan geçen silahları Batı basınında okuyoruz. Hangi ülkenin hangi gruplara yakın olduğu biliniyor. Türkiye, Esad rejimini kısa sürede tamamen yıkma üzerine bir plan kurdu. Bunun olmayacağı baştan belliydi. Türkiye, cumhuriyet tarihinde ilk kez komşu ülkelerin gruplarını kendi ülkesinde örgütledi. Siyasi ve askeri karargahları burada konuşlandı. Bir takım askeri yapılanmaların sınırdan geçmesine Türkiye yol verdi. Bunu herkes kabul ediyor. Önlem alınmaya başlandı ama bunun nedeni mülteci akımı değil, sınırların denetimsiz olması. Afganistan savaşından Irak’a kadar bu geçişler resmi elde olmadı. Müteahhit adı altında sivil askeri yapılanmalar silah ticaretini yaptılar. Bu her yerde böyle olmuştur. Suriye’nin rejime karşı unsurları desteklendi. Suriye’deki iç savaş bitse bile buradaki mezhebi kırılmayı onarmak çok zor olabilir.

KOMŞU ÜLKELERDE EYLEMLER YAPABİLİR
»Reyhanlı saldırısı hakkında Türkiye’de halen kafalar karışık. Ortadoğu’da nasıl yankılandı Reyhanlı? Size neler anlatıyorlar bölgede?

Herkes baktığı yere ve kendi ideolojisine göre yorumluyor. Tıpkı Türkiye gibi. El Kaide bağlantısını da rejim bağlantısını da söyleyenler var. Kimsenin elinde net bir kanıt yok ama. Reyhanlı’dan bağımsız olarak şunu söyleyebilirim, iki yıl öncesine göre Türkiye’den gelen bir gazetecinin algılanması çok farklılaştı. Kimi yerler tehlikeli olmaya başladı. Hükümete bakış değişti, dolayısıyla bu gazeteciye de yansıdı.

»Pasaport programı için geçen hafta Pakistan’a gittiniz. Son günlerde Ortadoğu ile ilgili süregelen tartışmalarda Türkiye- Suriye ilişkisi zamanındaki Pakistan-Afganistan ilişkisine benzetiliyor. Türkiye’nin Suriye politikası denildiği gibi kendisine zarar verecek mi sizce?
Toplumsal yapılar çok daha farklı buraya göre ama sonuç olarak aynı noktaya gelinebiliniyor. Mültecilerin burada olması, sınırların denetimsizliği benzer unsurlar. Eğer Suriye’de bu durum devam edecek olursa bu örgütler kendilerine yaşama alanı bulacaklar ve sıkıştıkları hallerde komşu ülkelerle farklı ilişkiler kuracaklar. Baskı görürlerse komşu ülkelerde eylemler yapabilirler. Canlı bomba örnekleri gibi.

EL KAİDE’YE KARŞI KÜRTLER VE PYD
»El Kaide yapılanması nasıl?

30 yıllık süreçte benim tecrübelerim tek bir El Kaide olmadığı yönünde. Zaten Bin Ladin öldürülmeden önce de dağılmış durumdaydı. Yapılanmalar ideolojik olarak merkezi ama pratikte bir kısmı daha milliyetçi fikirlerle hareket ediyor. Pakistan’da birisi El Kaide’yi şöyle tarif etti: Deveyi çadıra sokarsan sana girecek yer kalmaz diyor. Bunu söyleyen o dönem Taliban’ın istihbaratının başındaki adam.

»Rojava’da neler oluyor? Mücadele nereye doğru gidiyor?
Rojava benim çok önem verdiğim bir konu. Türkiye’deki çözüm süreciyle çok bağlantılı. Kabul etmek gerekir ki; Suriye’de Kürtler ya özerk bölge, ya federatif yapı, ya da farklı bir yapıda Suriyeli taraflarla yan yana yaşayacaklar. Kürtlerin kazanımlarını geri çevirmek mümkün değil. Rojava’nın artık bir realite olduğunu herkes kabul etmeli. El Kaide ile savaşacak belki de onlara karşı çıkacak tek güç Kürtler ve PYD’dir. Suriyeli Kürtler çok farklı bir Suriye tahayyülü ile hareket ediyor. Neredeyse tek laik grup. Daha demokratik, daha özgürlükçü bir bakışları var. Orada bir PKK yapılanması var. İki bin PKK’linin oraya geçtiğini biliyorum savaşmak için. Abdullah Öcalan’ın Suriye’deki Kürtler üzerinde etkisi olduğu biliniyor.
***

Ayaklanma durumu bir ruh hali

»Ortadoğu’nun en sıcak noktalarından biri şu anda Mısır. Darbenin 100. gününde yine bir katliam yaşandı. Mısır’ı nasıl günler bekliyor?
Mısır’daki durumun adını koymak lazım. Bunun adı darbe. Durum ne olursa olsun asker yönetime el koymuştur. Kim olursa olsun Mısır’da katliam yaşanmıştır. Mısır, halk ayaklanmasında bölgede önemli bir rol model olduğu gibi darbeyle de tersine bir etki yarattı. Suudi Arabistan, Suriye gibi rejimler bundan etkilendi. Ayaklanma durumu bir ruh hali. Bu devam edecek. Darbenin bunu engellenmesi çok zor. Ayrıca insanların silahlanmasını ve çeşitli örgütlerin etkinliğini arttıran bir şey. Müslüman Kardeşler’in de sayısız hatası var. Belki darbe olmasaydı halk ayaklanması gibi durumlar yaşanacaktı. İhvan’ı Müslüman Kardeşler’i eleştirmek başka, darbeye karşı olmak başka. Suriye’deki iç savaş bitmeden bölgede bırakın istikrarı, herhangi bir net yapılanma mümkün gözükmüyor.

6 Ekim 2013 Pazar


EL KAİDE 'SAHİBİNİ' VURUR

Radikal İKİ / 5.10.2013


Suriye’deki iç savaşın göründüğü gibi kolay bitmeyeceği sonunda anlaşıldı. Savaşın başladığı 2011’in Mart’ında 6 ay içinde Esad yönetiminin devrileceği, muhaliflerin Şam’a gireceği iddiaları arşivlerde duruyor. Artık Suriye’de diye bir ülkeden söz etmek zor. Gelinen noktada ne Esad yönetimi ne de muhalifler hayalini kurdukları Suriye’ye sahip olacaklar.Ayaklanmanın başladığında Suriye’nin farklı bir ülke ve direnç noktası olduğu, Esad rejiminin sonuna kadar, hatta ülkeyi yıkma pahasına direneceğini, farklı ülkelerin çıkar çatışmasına sahne olacağı ve bu savaşın vekalet savaşına dönüşeceğini söyleyenler haklı çıktı. Üstelik son günlerdeki gelişmeler bu vekalet savaşında bazı ülkelerin görmezden gelinemeyeceğini de ortaya çıkardı.

İRANSIZ OLMAZ!

Esad rejimi ayaklanmanın başından itibaren ne kadar zalim olabileceğini gösterdi. Bu biliniyordu. Ancak uygulanan siyasetler, Türkiye dahil her ülkenin muhalefeti kendi yanına çekme çabası, rejimi yıkma adına Suriye’ye, bir süre sonra büyük sorun yaratacak radikal İslamcı grupların girmesine göz yumulması bu ülkeyi giderek bataklık haline getirdi. Bu bataklık artık herkesi içine çekebilir ya da bu bataklıktan kimse tek başına kurtulamaz.

Suriye’deki savaş o kadar gayri insani hale gelmiş durumdaki ki vekalet ve paylaşım savaşı karşısında, insanların kimyasal silahla öldürülmesine bile pazarlık konusu haline gelebiliyor. Oysa baştan itibaren belli olan bir yanda Amerika, Suudi Arabistan, Türkiye Katar diğer yanda Rusya ve İran’ın olmadığı bir denklemin çözüm getirmeyeceğiydi. Öyle de oldu. Hatta ilk cephede, birlikte davranıyor gibi görünseler de Türkiye ile Suudi Arabistan ve Katar’ın Mısır darbesinden sonra arası açıldı. Hatta bu üç ülke muhalifler üzerinde etkili olmak için kıyasıya bir mücadele ederken, bazıları El kaide unsurlarını da destekledi.  Başlangıçta Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkeleri bir araya getirense İran’ı denklem dışında tutma çabasıydı.

Oysa İran yeni Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile şaşırtıcı bir çıkış hem BM Genel kurulunda yumuşak bir tablo çizdi hem de Obama ile telefonda görüşerek İslam devriminden bu yana bir ilki gerçekleştirdi. Bu görüşmede İran’ın nükleer çalışmaları öncelikliydi ama konuşulmasa bile bölgede Suriye bazlı gelişmelerin etkisi olduğu söylenebilir. Ruhani İran diplomasisini kıvrak ve elastiki geleneği ile yaptığı manevra sonucu bölgede öne çıktı. Tüm bunları Suriye’deki gelişmelerden bağımsız düşünmek pek mümkün değil.. Çünkü Suriye İran için bir varoluş savaşı anlamına geliyor. Suriye’nin tamamen düşmesi (çünkü ülke yarı yarıya bölünmüş durumda) sonucu gözlerin tamamen İran’a çevrileceği asıl hedefin İran olduğunu biliniyor. Ruhani’nin bu girişimi İran’ı yeniden uluslararası sahneye döndürdü. Washington ise şimdilik Suriye üzerinden İran formülünden vazgeçmiş gibi görünüyor. Artık Rusya-İran bloğu olmadan Suriye sorunun masada dahi olsa çözülmesi zor.

EL KAİDE GERÇEĞİ

Türkiye’ye gelince. Türkiye hem hükümet nezdinde hem de medya açısından Suriye meselesinde daha düşük bir görüntü çiziyor . Artık sabah-akşam Suriye açıklaması duymuyoruz. Bu nedensiz değil. Türkiye’nin Suriye konusundaki iştahı sona ermese de kendi politikası ile Suriye’deki rejimi deviremeyeceğini anladı. Ama asıl önemlisi sınırlardan yol verilen bazı unsurların ‘bumerang etkisi’ yapabileceğini farkına vardı. Batılı medya organlarına göre bu unsurlar El Kaide bağlantılı El Nusra cephesi ve Irak-Şam İslam Devleti adındaki El kaide bağlantılı örgütler. Çünkü tecrübeler bu tür örgütlerin zaman içinde ‘sahibini’ vurduğunu gösteriyor. Tıpkı yıllar önce kuruluşunda rol oynayan Amerika, Pakistan ve Suudi Arabistan’ı vuran El kaide gibi.

Türkiye uzun süre bu örgütlerle ilgili net açıklama yapmaktan kaçındı. Ancak işin rengi El kaide bağlantılı yapıların Suriye muhalefetiyle çatışmaya başlaması ve Suriye silahı muhalefetinden bazı örgütlerin  El Kaide’ye katılmaya karar vermesiyle değişti. Yani Suriye muhalefetini güçlendirmek için her yolun mübah olmadığı ortaya çıktı. Çünkü ISID adlı örgütü Türkiye karşısında bulunan Azaz kasabasını ele geçirdi. Halep’e 30 km mesafede bulunan Azaz şehri, ihtiyaçların Türkiye’den sağlanması için kullanılan güzergâhın üzerinde bulunduğu için muhalefet açısından önem taşıyor.

YOL VERMENİN BEDELİ

 El Kaide’nin Azaz’ı ele geçirmesi üzerine Türkiye’deki sınır kapıları kapatıldı. Bu bir başlangıç oldu. Tabii ki tam bu sırada Nijerya’daki El Kaide baskını, Pakistan’ı Peşawer kentinde bir kiliseye yönelik El Kaide saldırısı dünyanın tepkisini çekince, Suriye’deki El Kaideciler daha görünür hale geldi. İşte bu sırada dolayı bir açıklamayı Başbakan Erdoğan’dan duyduk. 'El Kaide gibi örgütler maalesef İslam’la terör ismini yan yana getiriyor. Bunlar İslam'a en büyük zararı vermiştir" dedi.

Batılı gazetelerini iddialarına göre Türkiye önceleri, Esad’a karşı etkin bir grup olması hasebiyle, El Nusra’ya karşı biraz hoşgörüyle bakmış olsalar da, artık o dönemin kapandığı anlaşılıyor. Çünkü muhalefete giden silah ve finansmanın büyük kısmına bu örgütler el koyuyor.  Türkiye’nin çelişkisi ise muhalifleri silahlandırmak isterken El Kaideyi silahlandırmış olması. Bilinçli ya da değil ama bir vaka. Amerika’nın her şeye rağmen Suriye’den uzak durma nedeni de bu.   Dolayısıyla bu örgütler nedeniyle muhalefeti silahlandırmak eskisi gibi kolay da değil. bu arada Suriye’deki El Kaide’nin tepkisi de gecikmedi tabii ki. Türkiye’nin sınır kapılarını kapatması sonrası Türkiye ve Türk hükümetini hedef alan intihar saldırılı düzenleyebilecekleri belirttiler. Yani bumareng etkisinin ilk ipuçları verilmişti.
Suriye 2.5 yıldır Türkiye, bölge ve emperyal güçler için turnusol kağıdı olmaya devam ediyor. Suriye meselesi,Kimin neyi amaçladığı, kimi ne kadarını başarabileceği, kimin Ortadoğu’yu tanıyıp tanımadığını ortaya koyuyor.  Türkiye’nin en azından Suriye konusunda El kaide’ye mesafe koyması gecikmiş olsa da yerinde bir adım. Umarız devam eder. Çünkü El Kaide'ye 'yol vermenin' maalesef bir karşılığı oluyor.