27 Mayıs 2013 Pazartesi





ABD ÇİZGİSİNDE ‘TAM MUTABAKAT’


Radikal İKİ/ 26.05.2013

Çok zaman geçti gibi görünse de Suriye’de ayaklanma ile başlayıp kanlı bir iç savaşa dönüşen süreçte ikinci yıl henüz tamamlandı. İki yıl içinde o kadar çok şey oldu ki. Bu nedenle filmi biraz geriye sarak gerekiyor: Türkiye Suriye’de silahlı çatışmalar başladığında sanki bu durumu bekliyormuş gibi hemen mülteci kampları kurdu. Tampon bölge ve koridor kurma ya da uçuşa yasak bölgeyi telaffuz etmeye başladı.  Türk F4 uçağının Suriye karasularında düşürüldü, ne olduğu hala belli değil. Akabinde Türkiye, sınıra yaklaşan Suriye uçaklarını vuracağını açıkladı, yani fiili bir uçuşa yasak bölge oluşturdu, muhalifler Suriye’nin kuzeyini ve sınır kapılarını tek tek ele geçirdi. Sınır kontrolü, kayboldu ya da muhalifler kontrollü olarak içeri sokuldu yaralılar tedavi için Türkiye’ye getirildi. Batılı gazeteler Türkiye sınırından silah ve mühimmat gittiğini yazdı. Bu süre içinde Esad rejimi vahşi bir biçimde kentlere saldırdı ancak ülkenin yarısını kaybetti. Bu vakaları uzatabiliriz. Türkiye 2.5 yıl önce 6 ay ömür biçtiği Beşar Esad rejimi karşısında Suriye’de iç savaşa dönüşen ayaklanmada baş rol oynadı. 2 yıldır Suriye’de yalnız bırakıldığını iddia eden Türkiye aslında ayaklanmanın 3-6 ay arasında sonuç vermesinden sonra bir üst düzey diplomatın tabiriyle ‘masadaki pastadan payını alacaktı”. Ama olmadı. ‘pasta’ paramparça oldu. Suriye ile ilgili yapılan hesaplar, biraz bölgeyi bilmemek biraz kimseyi dinlememekten yanlış çıktı. Kimse tampon ve uçuşa yasak bölge fikrine sıcak bakmadı. Ne muhaliflerin yeteri kadar silahlandırılması ne de kimin kim olduğu hala tartışmalı olan Suriyeli muhalefetinin Türkiye’de örgütlenmesi istenildiği gibi yürüdü. Türkiye’nin en başarılı olduğu konu insani açıdan Suriyeli kardeşlerimize kapılarını açmasıydı. Kendine hedef olarak Beşar Esad’ın devrilmesini seçen Türkiye bu kırmızı çizgisini korusa bile, bu şekilde gerçekleşmeyeceğini gördü. Artık Esadsız ama Baaslı geçiş dönemi telaffuz edilmeye başlandı.

ABD’NİN HİZASINA GELMEK

Başbakan Erdoğan Washigton’da ilk kez üst düzey bir programla ‘özel’ olarak ağırlandı. Başbakan olarak ilk kez bir Amerikan başkanı ile birlikte basın toplantısına Erdoğan çıktı. Erdoğan- Obama basın toplantısı ardından gazeteler ‘tam mutabakat’ manşeti attı. Evet, tam mutabakat vardı. Mutabık kalınan ise Türkiye değil, Amerikan’ın şimdiye kadar sürdürdüğü çizgiydi. Yani Türkiye, Suriye’deki rejimi devirmek için birçok yol denemiş; tarihinde ilk kez komşu bir ülkenin muhalifleri Türkiye’de örgütlenmiş, Türkiye’nin öncülüğünde farklı ülkelerde Suriye’nin dostları toplantıları düzenlemişti. En önemlisi de oralarda neler olup bittiğine dair bilgiler Batı medyası üzeriden alınmış, bilgi, haberler karartılmıştı. Hala da bu durum devam ediyor.

TÜRKİYE VE ‘SURİYE ‘PASTASI’

Türkiye tüm bu girişimlerine rağmen sonuç ‘kendi’ hedeflediği sonucu alamadı. Amerika’nın çizgisine gelerek, Rusya’nın öteden beri önerdiği zemine oturuyor. Daha önceleri destek bulmayan zemin bu kez Cenevre 2 olarak yeniden toplanıyor. Bu kez ABD de işin içinde. Amaç muhaliflerle Baas rejimini ortak geçiş mekanizmaları çerçevesinde buluşturmak. Doğru ya da yanlış bu mutabakat ABD’nin mutabakatıdır. Türkiye’nin bugüne kadar uyguladığı politikadan da geri adım atması anlamına gelir. Türkiye’nin bu geri adımı, yanlıştan geç de olsa dönmek kadar Suriye için bir çözüm varsa en geçerli formül. Suriye’de kan akmasına katkıda bulunan ABD, Rusya geç de olsa bir noktada buluştu, Türkiye’de bu noktaya ‘evet’ demek zorunda kaldı. Bunu sadece biz değil, aynı konuda dört başı mahmur bir rapor hazırlayan Uluslararası Kriz Grubu’ndan Huge Pope Hürriyet gazetesinden Cansu Çamlıbel’e şöyle söylüyor: ABD’nin Esad rejimini devirmeye yönelik bir askeri operasyona niyeti yok. Eğer Erdoğan bunu umuyorduysa bir hayal kırıklığı yaşamıştır elbette. Çünkü bir buçuk yıldır Esad’ın gitmesini talep eden keskin politikasında oldukça yalnız kalmış durumda.” Pope şöyle devam ediyor: “Elbette Amerika ‘Biz sizin arkanızdayız, yürüyün’ diyerek sırt sıvazlıyor. Ama bu kriz, Türkiye’nin tek başına bölgede askeri ya da diplomatik olarak bir şeyi değiştirecek kadar kritik bir baskı mekanizmasına sahip olmadığını ortaya koydu. Maalesef Türkiye 5 yıl önceki herkesle konuşabilen güçlü ve tarafsız konumunu kaybetmiş durumda.”
Pope’un söylediği durumu ben de Lübnan’da tespit ediyorum. Türkiye algısı eskisi gibi değil. Türkiye, her ne reddetse de Sünni cephe içinde görülüğünün farkında değil.  Hem Esad hem de muhalifler savaşı mezhep üzerinde yoğunlaştırıyor ki çok tehlikeli ve yakın gelecekte Ortadoğu’yu ateş çemberine çevirecek bir durum. Bu noktadan sonra Türkiye’nin ‘herkese eşit mesafedeyiz’ yakışımı artık inandırıcı değil.

MEZHEP İKAZI

Günün sonunda ‘biz söylemiştik’ demeyeceğiz tabii ki. Ama. Amerika-Rusya Cenevre 2 görüşmelerinde muhaliflerle Esad  uzlaştırılmaya çalışılacak. Bu kolay değil. Esad kendi olmadan bir geçişi kabul etmeyecektir. Ama Türkiye’nin artık politikasını yeniden düzenlemesinin vaktidir. Esad karşıtı pozisyonunu korusa da Suriye’deki angajmanını yeniden gözden geçirmek zorunda. Bu süreç devam ettiği takdirde  Suriye’deki düşmanlıkların Türkiye’ye yansıyabileceğini tahmin etmelidir.  Suriye’de Selefilerle Hizbullah’ın karşı karşı gelmesi en önemli ikaz sayılabilir. Türkiye Suriye’de kendi inisiyatifiyle, isteyerek bir politika geliştirdi. Hoş, ABD’nin bir dediğini iki etmedi aslında. Ama Ortadoğu’daki dengeleri yeterince gözetmedi, Öte yandan Türkiye’nin Ortadoğu’ya sırtını çevirmesi Suriye de olanlara gözlerini kapatması mümkün değil. Yanlış olan Ortadoğu’ya bu şekilde müdahil olunduğunda geri tepme ihtimalinin yüksek olması. Esad rejimi sonuç olarak devrilecek ama Suriye’de gelinen nokta Esad sorunun aşmış durumda. Amerikan ve Rus emperyalizmi kendi politikaların dikte ettirirken Türkiye’nin bu kadar yoğunlaşması da başka bir vizyonun sonucu. Oryantalizmi gibi tersine oryantalizmi de bir kez daha düşünmek gerek. Türkiye’nin bu saatten sonra Suriye konusunda bir şeyler yapabilmesi zor görünüyor.  

 

 

 

 

20 Mayıs 2013 Pazartesi




ORTADOĞU’DA KÜRTLERİN YÜKSELİŞİ

Radikal İKİ 19.05.2013


20. yüzyılın başında Ortadoğu’da sınırlar çizilirken Kürtler dörde bölünmüş, bu sınırlar içinde kalan Kürtler Türkiye, Irak, Suriye ve İran sınırları içinde kalmıştı. Bu sınırlar içinde Kürtler uzun yıllar boyunca görmezden gelinmişti. 21. yüzyılın başındaysa sınırlarla birbirinden ayrılan Kürtler Ortadoğu’da yeniden bir özne olarak ortaya çıktı. Hatta Kürtlerin hareketliği Ortadoğu’nun geleceğinde olduğu kadar bölgenin yeniden yapılanmasında önemli rol oynama kapasitesine sahip. Dünyanın belli zamanlarında tarih ve üzerinde yaşanan coğrafya yeni oluşumları zorlar. Yaşadığımız tarih de Kürtleri Ortadoğu’da yeniden önemli bir aktör olarak sahneye sunuyor. Tabii ki tarihin belirleyiciliği dışında Kürtlerin farklı coğrafyalarda verdikleri mücadeleyi de unutmamak gerekir.
Arap ayaklanmaları Mısır, Libya, Tunus, Suriye gibi ülkeleri doğrudan etkilerken bazı ülkelerdeki halkları dolaylı olarak harekete geçirdi. Ayaklanmalardan -olumlu/olumsuz anlamda- bölgedeki ülkelerin muaf olmayacağını ortadaydı; öyle de oldu. Suriye’deki kanlı/kirli iç savaş eski alışkanlıklar gereği görülmeyen Kürtlerin önünü açtı. Irak’ta Kürtler açısından kurumsal ve anayasal açıdan oturmuş bir yapı söz konusu. Iraklı Kürtler bağımsızlığı gündemlerinden çıkardıkları bir ortamdan sanki bağımsızlığa zorlandıkları bir noktaya geldiler. Türkiye’de çözüm süreci olarak adlandırılan yeni bir dönem yaşanıyor. Türkiye’deki bu süreci Irak ve Suriye’deki gelişmelerin tetiklediğini söylemek yanlış olmaz. Yani Türkiye de iç ve dış dinamikler açısından tarihin dayatmasına karşı koyamadı.
4 PARÇA
Yapılan Araştırmalar dünyada yaklaşık 25 milyon Kürt olduğunu söylüyor. 15 milyonu Türkiye, 5 milyon Irak’ta, 1.5-2 milyon Suriye’de, 1,5 milyon İran’da ve geri kalanları ise diasporada, dünyanın farklı bölgelerinde.
Türkiye’deki durum önemli. Türkiyeli Kürtler, demografik açıdan olduğu kadar, siyasi gelenek, demokratik tecrübe anlamında diğer bölgelerden farklı. Bu hem avantaj hem de bir dezavantaj. PKK’nın yola çıkarken hedef olarak önüne koyduğu Bağımsız Kürdistan fikri eskimiş, yerini demokratik özerklik, demokratik cumhuriyet ve Demokratik Konfederalizm almış durumda. Hem Türkiye hem de bölgedeki Kürtleri içine alacak bir projeden söz ediliyor. Bir Türkiye ve Ortadoğu projesi aslında. Ancak, Irak’ta hali hazırda hayata geçmiş bir Kürt federal bölgesi var; kurumları, yasaları ve tecrübesi ile bu projeye çok sıcak bakan bir yapı değil. Önümüzdeki dönemde Türkiye’deki çözüme bağlı olarak Kürtler tüm bu yapılar hem kendi içlerinde tartışacak hem de uluslar arası açıdan dikkatle izlenecek.


ROJAVA’NIN ROLÜ

Rojava’da yani Suriye Kürdistanı ya da Batı Kürdistan savaşla birlikte daha özerk davranmaya başladı. Savaş henüz bitmiş değil. Suriyeli Kürtler hala Suriye Ulusal koalisyonun katılmıyor. Bunun gerekçesi  diğer grupların Kürtlerin anayasal ve Esad sonrasındaki taleplerine karşılık vermemiş olmaları. Hala ne Esad ne de Suriye muhalefetine güveniyorlar. Türkiye’de Öcalan’la başlatılan süreç sonrasında ise Rojava Kürtleri belli bölgelerde Suriye muhalefeti ile hareket etmeye başladı. Bu birliktelik kırılgan olsa da Öcalan’ın Suriyeli Kürtler ama özellikle PYD üzerinde etkili olduğu biliniyor. Suriye’deki Kürt partilerini bir kısmı Barzani çizgisinde olsa bile açısından PYD’nin etkisi daha güçlü. PYD özellikle iç savaşa rağmen örgütlenmesini devam ettirtiyor, yerel inisiyatifler harekete geçiyor; kendi deyimleriyle demokratik özerkliği hayata geçirmeye çalışıyor. Bu nedenle muhtemel yeni bir dönemde Suriyeli Kürtleri eski statülerine döndürmek pek mümkün değil. Suriyeli Kürtler Araplarla birlikte ama anayasal hakları tanınmış bir biçimde Irak benzeri özerk ya da federal bir yönetim dışında herhangi bir yapılanmayı kabul etmeyecekler gibi. Türkiye’deki resmi yetkililerin ‘Kürtlerin herhangi bir biçimde federal örgütlenmelerine izin verilmeyeceği yönündeki” açıklamaları ise sadece retorik ve pek kıymeti yok. Suriye Kürtleri açısından tek handikap yer altı zenginliği açısından zengin olmayışları, ama siyaseten güçlü bir yapıya sahipler. Birçoğu yıllar önce Türkiye’den gitmiş olan Rojava Kürtleri sınırın bu yakasında akrabaları bulunmakta. Yani Türkiye ve Suriye Kürtleri birbirlerine çok yakınlar.
BAĞIMSIZLIĞA “ZORLANIYOR”
Irak Kürtler ise anayasaya uymaması, birçok açıdan Kürtleri dışlaması, ekonomik anlamda taahhütlere uymaması nedeniyle  merkezi hükümetle arasındaki ipler kopmuş durumda. Bu durum Iraklı Kürtleri merkezden uzaklaştırmaya ve daha bağımsız hareket etmeye yöneltiyor. Petrol ellerindeki önemli bir koz, dünyanın büyük enerji şirketleri ile hali hazırda anlaşmalar imzalamış durumda. Türkiye’ye petrol pompalamak için planlanan boru hattı hızla ilerliyor. Türkiye-Irak Kürt yönetimi ilişkileri en üst düzeyde, Amerika bile Türkiye’nin Kürtleri yanına çekmesinden rahtsız. 10 yıl önce Irak’ı böleceği iddia edilen ABD şimdi Türkiye’yi Irak’ın bütünlüğüne dikkat etmesi konusunda uyarıyor. Türkiye’nin bu yakınlaşmasının arkasında 12 milyar dolarlık ticaret hacmi var. Türkiye’nin kafasındaki formül emperyal niyet taşısa da Iraklı Kürtler bu durumdan şimdilik rahatsız değil.  Ayrıca Irak Kürt bölgesinin petrol potansiyeli dünyanın birçok ülkesi gibi Türkiye’nin de iştahını kabartmakta. Sonuç olarak güneyden sıkıştıran Kürtler petrolü Türkiye üzerinden dünyaya açmak istiyor. Yani Iraklı Kürtler de ekonomik ve kurumsal olarak güçlü.   
Ama Türkiye’de başlayan yeni çözüm sürecinde, Iraklı Kürtlerin  bağımsızlık fikrine giderek daha sıcak bakmalarının etkisi var tabii ki.

ORTAK BİR GELECEK İÇİN
Bölgedeki Kürtler hiç olmadığı kadar kendilerine güveniyor, birçok noktada anahtarın kendi ellerinde olduğunu düşünüyorlar. Kürtler 21. yüzyılda bölgede giderek birbirlerine yaklaşıyorlar. Geçmişin acı tecrübeleri nedeniyle Arap yönetimlere güvenmiyorlar. Bu güvensizlik Irak ve Suriye Kürtlerini daha bağımsız, Türkiye’deki yeni dönem de Kürtlerin farklı bir konumda ele alınmasını gerekli kılıyor. Ancak, şimdilik İran’ı bir kenarda bırakacak olursak üç parçadaki gelişmeleri ‘Büyük Kürdistan’a bağlayacak değiliz. 21. yüzyılda Kürtlerin yükselişi, demokratikleşmeye paralel olarak yaşadıkları topraklardaki haklarla birlikte ortak vatandaşlık ve ortak bir gelecek üzerinden yürümesi halinde bir anlam kazanacak.    

6 Mayıs 2013 Pazartesi


GAZZE'DE SULAR TUZLU AKIYOR
RADİKAL İKİ  7.4.2013
Gazze’de 2009 savaşının izleri hâlâ duruyor. 1500’e yakın insanın hayatını kaybettiği bu savaştaİsrail ’in yerle bir ettiği binaların yerinde şimdi büyük boşluklar var. Enkaz kaldırılmış ama yerlerine yeni binalar konamamış. Nedeni malum: İnşaat malzemelerine yönelik ambargo. 2012’deki son saldırıda yıkılanlar ise henüz taze. Dört yıl aradan sonra Gazze’deki değişimi görebiliyorsunuz; tabii ki olumlu ve olumsuz anlamda. 
Mısır’daki Mübarek sonrası iktidar, Gazze’deki ‘kardeş iktidar’la daha iyi çalışır hale gelmiş. Malum önceleri Mübarek rejimi yönetimde Hamas’ın olması nedeniyle Gazze’deki insanlara nefes aldırmayan bir anlayışa sahipti. Gazze-Mısır sınırının eskiye göre daha rahat işlemesi, insanların Gazze dışına çıkabilmesi psikolojik açıdan rahatlık sağlamış. İnsanlar yıllardır kıstırıldıkları, hiçbir şekilde dışarı çıkamadıkları bu ‘hapishaneden’ dışarı adım atma şansına sahipler artık. Bunun düşüncesi bile önemli. Yani Müslüman Kardeşler “komşuluğu”, insanları rahatlatmış.
Ancak, diğer tüm konularda ambargonun sürdüğü söylenebilir. Obama’nın sürprizi sonrası, İsrail’in özrü, tazminat taleplerini karşılamayı kabul etmesi, Gazze’de İsrail’e karşı kazanılmış bir zafer olarak değerlendiriliyor. Ancak, Gazze’ye yönelik ambargonun kaldırılması şartının hayata geçmesi konusunda tereddütler mevcut. Zaten İsrail’in Türkiye ’nin şartlarını kabul etmesinin ardından ambargo konusunda henüz bir değişiklik söz konusu değil. Tam da bu nedenle Türkiye’nin 3. maddenin takibini iyi yapması gerekiyor. Kısaca Hamas cephesi, Türkiye’nin adımından mutlu ama mikrofonlar kapanınca pek aynı şeyler söylenmiyor. İsrail’in ambargoyu kaldıracağına inanan yok gibi: “Belki biraz gevşeme olur” deniyor. Gazze’ye yönelik ablukanın kalkacağını düşünmek ise şimdilik bir hayal. Çünkü Gazze ablukası sadece Gazze değil, Filistin sorunu ile ilgili. Filistin sorununun çözülmesi ile ancak hayata geçebilecek bir konu. Üstelik Gazze ablukası, İsrail’in ‘varoluş’ sebeplerinden birisi. Gazze’deki tehdit algısı kalktığında Filistin sorununun çözülmesi açısından adım atılabilir. İsrail’in bu adımı atmaya niyeti olduğuna dair hiçbir işaret mevcut değil.
Uzlaşmakta direnenler
Gazze bir yandan Başbakan Erdoğan ’ı diğer yandan umutsuz bir biçimde Filistin yönetimi ve Hamas arasındaki uzlaşmayı bekliyor. Her iki tarafın birbirini suçladığı El Fetih-Hamas uzlaşmasını, Filistinli grupların kendi başlarına hayata geçirmesi mümkün görünmüyor. Üçüncü, dördüncü güçlerin devreye girmesi gerekli. Zaten Türkiye-İsrail yakınlaşma adımının arkasında yatan nedenlerden birinin de bu olduğu söyleniyor. Türkiye, Hamas’ı İsrail’i tanımama inadından vazgeçirecek, El Fetih ile karşılıklı tavizler sonucu ortak bir yönetim kurulacak. Hamas, Gazze’de kapalı ve sıkıştırılmış olarak kaldığı sürece kendi kurallarını koyuyor. Artık ekranlara başı açık kadın çıkamıyor, 9 yaşından büyük kızlar karma okullara gidemiyor, Hamas üyesi olmayan iş bulamıyor. Gazze’de Filistin yönetiminin kanunları uygulanmıyor. Batı Şeria’da da benzer bir durum var. El Fetih, Hamaslıları tutukluyor, Hamas üyelerini işe almıyor, TV ve gazetelerde sadece kendi sesini duyuruyor. Aslında her iki taraf da kendi kurallarını koyuyor. El Fetih, Gazze’yi yolsuzluk, adam kayırma ve ayrımcılık nedeniyle kaybetmişti. Gazze’de şimdi iktidarda olan Hamas için de benzer şeyler söyleyenler var. İktidar yoruyor, kirletiyor. Sorunun özünde Hamas ya da El Fetihçi olmaktan öte özgürleşememek yatıyor. Filistinliler önce İsrail işgali, ardından da El Fetih ve Hamas baskısı yaşıyor. Muhammed Attar’a göre “Filistinlilerin üç kez başkaldırmaları gerekiyor”. Attar bir genç bir rapçi. “Çıkıp gitme imkanım var. Avrupa’dan davet alıyorum ama ben burada kendi topraklarımda müzik yapmak istiyorum. Benim sorunum burada” diyor. Performanslarına izin verilmiyor, tehdit ediliyor. Çünkü hem İsrail işgalini hem de özgürlükler önündeki engelleri eleştiriyor şarkılarında. Filistin’deki yeni kuşağın temsilcilerinden. Belki sayıları çok değil ama Fetih ve Hamas’ın yöntemlerine karşı çıkıyorlar. Dünya Alamal ise eski gazeteci yeni NGO çalışanı ve aktivist. Kadın hakları konusunda gözü kara. Tehdit alıyor ama yılmıyor. “Herkes kendi kuralını koyuyor” diyor: “El Fetih’in günahları Gazze’de Hamas’ı iktidar yaptı. İnsanlar yeniyi denemek istedi ve denedi. Ama gördük ki onların da diğerlerinden farkı yok. Üstelik onlar kadın üzerinde daha fazla baskı kurmaya başladı. Kendilerinden farklı düşünenlere katlanamıyorlar” diyor ama bir ‘üçüncü yol’ umudu taşıyor. İsrail’in işgalci ve saldırgan politikasını gözardı etmiyor. Ancak, “İsrail bahane edilerek özgürlükler kısıtlanamaz” görüşünde. Çünkü “toplum giderek suskun hale getiriliyor. Filistin’den giderek uzaklaşılıyor. Fetihistan ve Hamasistan olacak belki yakında” diyor.
Suları içilemez
Zaten Filistin sorununun bir ucu Gazze, diğeri Batı Şeria. İkisi birbirinden koparıldığı zaman İsrail sorunu ‘halletmiş’ oluyor. Fetih ve Hamas da kendilerine toprak parçası yaratarak bu işi kolaylaştırıyor. Oysa biri olmadan, sorunu çözmenin mümkün olmadığını herkes biliyor. Bir sınırından diğerine 1 saat, denizden karadaki İsrail sınıra 20 dakikada gidebildiğiniz bu topraklarda, 1 milyon 800 bin kişi yaşıyor. Yoksulluk, yoksunluk, içe kapanma, gençlerin psikolojik rahatsızlıkları, kıstırılmışlık hissi, İsrail’in her daim tehdidi ile yeni kuşaklar yetişiyor. Aslında İsrail düşmanlarını yeniden yaratıyor.
Ancak, Filistin sorununu sadece Gazze’ye indirgemek de odağın kaçırılmasına neden oluyor. Kudüs, Batı Şeria, 1967 sınırlarından geriye bir şey kalmıyor. Siyaset tartışmaları arasında Birzeit Üniversitesi’ne bağlı Edward Said Vakfı’nın olanakları ile minik Filistinliler dünyalı olabilmek için notalara dokunuyor. Filistin’in giderek azalan entelektüel, sanatsal gücünü, farklı renklerini biraz daha artırmak için. Bütün bu yaşananları biraz olsun unutmak için. Unutmadan: 1. İntifada’yı Gazze’de geçiren İsrailli gazeteci Amira Hass, 25 yıl önce yaşadıklarını ‘Gazze’de Deniz Suyu İçmek’ adlı kitabında anlatmıştı. Gazze sular hâlâ tuzlu.


DEVLET BÖYLE BUYURDU

RADİKAL İKİ    5.5.2013 


Türkiye’de devletin genetiği değişmiyor. İktidara gelen bu genetik miras nedeniyle aynılaşıyor. Bu, kendine ‘düşman’ seçen, sürekli düşman üreten, paranoya ve provokasyon tehditli üzerinden yürüyen bir genetik miras. Yani devlet sorgulanmaz, karar alır, uygular ve vatandaş da buna uymak zorundadır mantığı şeklinde özetlenebilecek anlayış genetik kodların anahtarlarıdır. Devletin asli görevi olan vatandaşa hizmet etmek eziyete dönüşse de devletin ali çıkarları adına devletin sorgulanmasına izin verilmez. Çünkü devlet ‘güçlüdür’, “geri adım’ atmaz, ‘doğrusunu’ bilir. Aslında suçluluğunu örtmenin, unutturmanın bir yolu, kendisi ile mücadele edenlere ‘ders verme’ anlayışıdır.

Türkiye tarihinde birçok kez olduğu gibi bu yıl da ‘devlet’ Taksim’i 1 Mayıs kutlamasına kapattı. Devletin 1 Mayıs’ı Taksim’de yaptırmama gerekçesi, 1977 katliamını aydınlatmak yerine, silmektir. Türkiye’de devlet Taksim paranoyasını bu kez de bilinçli olarak aşamamıştır.Geçen yıl bayram havasında kutlanan, tek bir olayın bile yaşanmadığı göz önüne alınırsa devletin bundan rahatsız olduğu düşünülebilir. Biraz daha ileriye götürebiliriz bu iddiayı: İstanbul’da sıkıyönetim ötesi bir hava yaratıp gazlarla müdahale ederek insanlardaki 1 Mayıs ‘korkusunu’ diri tutmak.

EVE TIKALIM. GAZ ATALIM

Bu yılki ‘sıkıyönetimin’ gerekçesi şartlarının uygun olmamasıydı. Oysa Taksim Meydanının 1 Mayıs için düzenlenip tedbirlerin alınacak durumdaydı. Bu işi bilenler, sendikacı ve belediyecilerin ortak fikri bu. Sorun 1 Mayıs’ı  Taksim’de yaptırmak ya da yaptırmamak niyetiyle ilgili. Yaptırmak istemezseniz çukur gerekçesine sığınırsınız. Yaptırmak isterseniz önlemlerin alınabileceğini, çukurun demir parmaklıklara kaptılabileceğini bilirsiniz. Bunu biz değil bu konudaki uzman belediye başkanları söylüyor. Alınacak birkaç önlem, alandaki büyük çukurun önüne kurulacak  platform ile 2 alana iki koldun girip yine bir bayram yaşanabilirdi. Ama neredeyse 5 gün önceden Taksim demir parmaklıklarla çevrilerek niyet ortaya kondu. Devletin niyeti o vakit belli oldu. 1 mayıs günü ise 1970’li yıllarda bile görülmeyen uygulamalar yaşandı. Sayalım: 1970’de 15-16 Haziran İşçi eylemleri sırasında kapatılan Galata ve Unkapanı köprüleri o yıldan sonra ilk kez iki yakayı birbirinden ayırdı. Öyle ki tüm bölgedeki araç trafiğini kesmek, yayaları izole etmek bile yetmedi. Buna ister korku, ister paranoya diyelim devlet birkaç yaya bile tahammül edemeyerek iki yaka arasındaki köprüleri attı. Sokaklarda bırakın araçların geçmesini  insanların yürümesine bile verilmedi. Taksime’e çıkan her ama her sokak demir parmaklıkla çevrildi, polisler, panzerler ve TOMA’larla akşama kadar nöbet tuttu. Şişli, Mecidiyeköy ve Beşiktaş’da yine gaz stokları vatandaş üzerinde kullanılarak tüketildi.  Marjinal grup adı altında yeni üretilen bir kavramla aslında DİSK ve KESK kitleleri gazlandı. Oysa marjinal grupları (her ne demekse) barışçıl bir 1 Mayıs için yola çıkan binlerce insandan ayırmak ve bu grupları önlemek güvenlik güçlerinin göreviydi. Ama polis için genel marjinaldi. Yani bunlar DİSK, KESK, Tabipler Odası’ ve kutlama için toplanan STK’lar, meslek kuruluşlarıydı.  Bir sonraki adım anlayış olarak DEİSK ve KESK’i marjinaleştirmek olmasın? DİSK, KESK; Hak İş, Türk iş yetkilileri bir hafta önce şehrin yöneticileri ile yaptıkları fizibilete çalışmasında kutlamanın Taksim’de yapılacağını hatta 100 bin olmasa bile 50 bin kişinin alana girebileceğini, geçen yıl olduğu gibi kendilerinim sorumluluğu alabileceğini söylemesine rağmen devletin yasak duvarına çarptılar.

DEMOKRATİKLEŞME NASIL GERÇEKLEŞECEK?

Klasik ve artık bıktırıcı olan soru şu: Niye taksim’de ısrar ediliyor? Oysa bu soruyu soranlara ‘neden Taksim’e izin verilmiyor’ diye bir soru hakkı vardır. ‘Neden Taksim’ sorusunun yanıtını verelim: Londra’da, Paris’te, Moskova’da 1 Mayıs’lar neden geleneksel ve tarihsel ama hep aynı meydanlarda kutlanıyorsa o yüzden. Dünya kentlerinde 1 mayıs kutlamaları büyük ve hep aynı meydanlarına yapılıyor. Yani bu bir gelenek. Oralarda devlet de vatandaş da biliyor bunu. Kimse kimseyi engellemeye çalışmıyor. Çünkü işin normali bu. Yani kimsi kimseyi Kazlıçeşme ya da Çağlayan’a göndermeye çalışmıyor. Devlet yetkililerinin açıktan ya da ima yoluyla söyledikleri  bu yıldan başlayarak artık 1 Mayıs’ı Taksim’den uzaklaştırmak. Bu yılın gerekçesi ‘çukur’du. Önümüzdeki yılın gerekçesi şimdiden hazır: Topçu Kışlası inşaatı. Önümüzdeki yılın altyapısı bu yıldan oluşturuldu; tüm şehri kuşatıldı, tüm şehri izole edildi. Bunlar hakları ihlal ederek gerçekleşti. 1 mayıs’ta tüm kenti esir alan, insanları evlerine gitmelerine bile izin vermeyen anlayışın bir diğer amacı İstanbul halkını 1 Mayıs kutlamalarına karşı kışkırtmak.

1 Mayıs her yıl kutlanır ama her nedense devlet bunu Nisan ayında hatırlar ve yasaklama önceliğini kullanarak işe soyunur.Geçen yıl Küba, Havana’dan sonra en görkemli kutlamaya sahne olan İstanbul’un bu yıl sıkıyönetim ötesi kurallarla kuşatılması tüm dünya medyasına yansıdı. Nasıl yansımasın ki? Devletin sözünü ettiği marjinal grupları engellemek yerine herkesi evine tıktığı, kutlamak için toplanan herkesi gaza boğduğu bir ortam yaşananlar skandaldan başka bir şey değildir. Oysa şu an yaşanan barış süreci ile yumuşayan ortam, Türkiye’de barışın sağlanabileceği yönünde inancın giderek arttığı bir zemin ve hele Diyarbakır’da Abdullah Öcalan’ın bile 1 Mayıs mesajının okunduğu bir iklimde İstanbul’da bir bayram yaşanabilirdi. Olmadı. 1 Mayıs’ta yaşananlar Türkiye’nin demokratikleşmesi, demokratik, özgürlükçü, bir anayasa konusunda şimdilik pek iyimser olunmayacağını gösteriyor.