24 Ocak 2014 Cuma


SURİYE İÇİN KURULAN “MASA”

23.012014/ T24


Kim tahmin ederdi ki Suriye için kurulan masanın etrafına bu kadar çok ülke ve uluslararası kuruluşun toplanacağını?

Hakikaten bu kadar çok ülkeyi masanın etrafında görünce “Suriye’deki iç savaşta öldürülen Suriyeli kardeşlerimizi düşünen ne kadar çok ülke varmış” diyesi geliyor insanın.

Yoksa masa etrafına toplanan 40 ülke 3 uluslararası kuruluş, insani kaygılar saklı kalmak kaydıyla,  o kanlı pastadan ‘pay’ kapma mücadelesinin oyuncuları mı?  

“İnsani kaygılar saklı kalmak kaydıyla” diyoruz. Çünkü öldürülen 150 bin kişi sanki bir istatistik gibi. Suriye’de insanların yaşadığı dram ve uğradıkları işkencelerle ilgilenenler, vicdani açıdan rahat edemeyenler olduğu kadar sadece bölgedeki dengeler için her şeyi mubah sayanlar mevcut.

Yoksa herkes için insani yaklaşım ile reel politika zaman zaman yer değiştirip resim flulaşıyor mu? Yani bir niyet diğerinin arkasına mı saklanıyor?

xxxxx

Cenvere’deki masa büyük. Fotoğraf 1. Dünya Savaşı sırasında 1914-1918 arasında kurulan onlarca masaya benziyor. 100 yıl önce bölge paylaşılırken düzenlenen konferansların sayısını kitaplarda bulabilirsiniz.


xxx

Sorun Esad’ın gidip gitmeyeceği, muhaliflerin kazanıp kazanmayacağı mı? Yoksa sorun sanki Esadlı ya da Esadsız bir Suriye’nin ‘kimin’ olacağı, daha açık bir ifadeyle masadaki pastanın nasıl bölüşüleceği mi?

Eğer 3 yıldır yerle bir olan ülkede, acı çeken insanlar öncelenmiş, ölen çocuklar düşünülmüş olsaydı biran önce çare bulunabilir, insanlık suçlarının; rejim ya da muhaliflerce işlenmiş olmasının taraflar açısından bir farkı olmazdı.  

Ama öyle görülüyor ki bu insanlık meselesinde dahi herkes durduğu yerdeki ya da pozisyonu içindeki ‘suçları’ görmemeyi tercih ediyor.

Kimyasal silahı kimin kullandığı unutuldu. Son dönem ortaya çıkan vahşet fotoğraflarının bile beklenen etkiyi yaratmadığı bir dünyada yaşıyoruz artık. Herkes kendi görmek istediğini görüyor.

xxx

O masa etrafında toplananlar ‘Esadlı ya da Esadsız’ bir geçiş kavgasının ne kadar anlamsız olduğu bir süre sonra daha iyi anlayacak.

Bir süre sonra ortada bir ülke, o ülkeyi ileriye taşıyacak bir umut ya da bir gelecek tahayyüllü, o tahayyülü taşıyacak insanlar kalmayacak. Esadlı ya da Esadsız “yeni bir Suriye”  hayal olacak.

Düşmanlıklar derinleştikçe Suriye halkı geleceğine nasıl ve kiminle karar verecek? Bir de tabii ki düşmanlıkların tortulaştığı, keskinleştiği bir ülkenden nasıl bir gelecek beklenecek? O çocuklar nasıl bir zihni birikimle büyüyecek?

xxx
Bu saatten sonra kimsenin tek başına kazanamayacağı ortada; ne kendi halkına karşı insanlık suçu işleyen kanlı rejim ne de tartışmalı muhalefet. Suriye’de rejim suçlu, Suriye ayaklanmasını kirletenler de masum değil.
Bu masadan ne çıkacağı da şüpheli.

Kaybeden Suriye halkı olacak kazanan ancak bir Pirus zaferi ile yetinecek. O masanın etrafında oturanların elinde kalansa bir enkaz olacak.

xxx

Suriye halkını düşündüğünü söyleyenlere naçizane önerimiz: Kalkın o masadan ve anlaşın. Önkoşulsuz, alacağınız payı düşünmeden. En azından bu saatten sonra, Yarmuk’ta Guta’da çocuklar açlıktan ölmesin.



17 Ocak 2014 Cuma


EL KAİDE’Yİ YARATAN POLİTİKA

Kısa süre önce El Kaide’yle ilgili program yapmak için Pakistan’a gittiğimde Taliban’ı ‘babası’ olarak bilinen Pakistan eski İstihbarat Şefi emekli Tümgeneral Hamid Gül şöyle demişti: “Suriye El Kaide için bir kırılma noktası. Ya ön önü kesilir ya da bütün bölgeye yayılır”. Bu ikazı kim kale aldı bilmiyorum ama öngörü gerçekleşiyor gibi. İç savaş başladığında Suriye muhalefeti ‘dışarıdan destekle’ örgütlenirken, El Kaide anlayışının güçleneceğini bilmemek ya da bilmiyor gibi yapmak inandırıcı değildi. El Kaide’nin nerede ve nasıl hayat bulduğuna bakıldığında, Suriye’deki gidişat örgüt için biçilmiş kaftan gibiydi.  

Amerikan işgali sonrası darmadağın olan Irak’ta kendine Sünni Arapların bölgesinde zemin bulan El Kaide bağlantılı örgütlerin gücü 2007’de Sahva yani “uyanış” adı verilen bir girişimle kırılmıştı; El Kaide’ye karşı yerel aşiretler silahlandırılmış, finanse edilmişti. Ama bu durum geçici oldu. Şimdi Suriye’de de bu formülün tutup tutmayacağı tartışılıyor. Suriye ayaklanmasının başladığında, muhalefetin yapısı farklıydı. Şu an muhalif diye adlandırılan ancak sayıları yüzleri bulan ve hangi amaca hizmet ettikleri belli olamayan yapılar var. Bu noktaya gelinmesinde El Kaide network’ünün ‘başarısı’ kadar gözü kapalı şekilde sadece Esad’ı devirmeye odaklanan ülkelerin payını da unutmamak gerekiyor.

SURİYE MUHALEFETİ İÇİNDEN ÇIKTI

Suriye muhalefetini güçlendirmek adına Irak, Ürdün, Lübnan, Türkiye sınırları kullanıldı, insan ve silah geçişi sağlandı. Sınırlardaki  denetimsizlikten yararlanarak Suriye’ye geçenler arasında Avrupa, Kuzey Afrika, Kafkasya hatta Pakistan’dan gelenler, yani Suriyeli olmayanlar söz konusu. El Kaide için savaşanlar arasında Suriyelilerin azınlıkta olduğu hatta örgütün son dönemde Esad’a değil Suriyeli muhaliflere karşı savaştığı da görülür. El Kaide önceleri silahlı Suriye muhalefeti içinde örgütlenirken, Kaide’nin güçlenmesini, batı ülkelerinin zamanında Suriye silahlı muhalefetine gerekli desteği vermemesine bağlayanlar var; yani ‘Suriye muhalefeti desteklenmediği için El Kaide ortaya çıktı’ deniyor. İşin doğrusu şu: El Kaide Suriye muhalefetinin zayıf değil tersine en güçlü zamanında bayrak gösterdi. Herkesin gözü önünde Suriye muhalefeti içinde örgütlenip, güçlendiler vakti geldiğinde Suriye muhalefetinden kopup belli bölgelerde ‘emirlik’ ilan ettiler. Yani muhalefetin içinden çıktılar. Amaçları Esad’ı devirmek değil otoritenin olmadığı boş alanlarda kendi şeriat sistemlerini kurmaktı. Irak’la Suriye bu açıdan benzerlik taşıyor.
ABD’nin Suriye silahlı muhalefetine biraz uzak durma nedenlerinden en önemlisi El Kaide. Türkiye ise El Kaide’nin bazı sınır kapılarını ele geçirmesiyle uyandı. Çünkü görüntüler saklanamazdı.

FATURA SURİYE’YE ÇIKTI

Bu konudaki başka bir iddia, Esad’ın bilinçli olarak El kaide’ye göz yumup Batı ülkelerini tereddütte bırakması. Bu iddia doğru olsa bile işin dinamiği çok farklı. Olan bitenin altında Suriye’deki rejimin devrilmesi uğruna her şeyi mubah sayan anlayış yatıyor. Bu anlayışın Suriye’nin gerçek muhalefetine darbe vurduğu, muhalefeti böldüğü ve Esad’a karşı savaşamaz hale getirdiği ortada. Yani yanlış hesabın faturası Suriye muhalefetine çıktı. Türkiye’nin desteklediği Özgür Suriye Ordusu inisiyatifini yitirmiş durumda. Hatta bir süredir bazı bölgelerde Esad’la ateşkes ilan edip savaşmıyor. Çünkü ÖSO diye bir yapı artık neredeyse yok artık. Olanlar da El Kaide ile Esad arasında sıkışmış durumda. El kaide’nin varlığı nedeniyle bir süre sonra Esad’la farklı bir zeminde buluşmaları sürpriz olmaz. Yani bugün Suriye’de gelinen noktadan Suriye muhalefetinden çok, bu muhalefeti örgütleyen ülkeler sorumlu. Bu ülkelerse kendi politikaları için farklı muhalif grupları destekleyerek bir vesayet savaşı yürütüyorlar.



KİM KİMDİR BELLİ DEĞİL
Bugünlerde Suriye’de muhalefetin yapısını bir hafta takip etmediğiniz takdirde ipin ucunu kaçırabilirsiniz. Kim kimdir, kim tarafından desteklenir, sorularının muhatapları sürekli değişiyor. Bir kısmı gerçekten özgür bir Suriye için mücadele eden Arap ve Kürt muhaliflerden oluşurken, El kaide, El Kaide’yle arasında nüans bulunan Nusra Cephesi, çeteler, savaş ağaları ülkede kol gezmekte.

Irak İslam Devleti Suriye’deki El Kaide’nin ana gövdesi.  Irak’taki Kaidecilerin Suriye’ye sızmasıyla Suriye muhalefeti içinde yapılanan grup adını sonradan Irak Şam İslam Devleti’ni (IŞID) çevirdi. Nusra da  Kaide’ye bağlığını bildirince,  El Kaide liderliği IŞID’a ‘siz Irak’a dönün Suriye’yi Nusra’ya bırakın’ talimatı verdi. Ama IŞID çekilmedi. Nusra   diğer grupların oluşturduğu İslami Cephe ile birlikte IŞID’a karşı savaşmaya başladı. IŞID ve Nusra’yı Suudiler, İslami Cepheyi Katar destekliyor.  ÖSO’nun artık ismi bile geçmiyor. IŞİD El kaide anlayışının en katı ve acımasız uygulayıcısı.  Esad’la savaşmıyor, bulunduğu bölgelerde şerait kuralları uyguluyor; herkes ama özellikle, kadınlar ve Hıristiyanlar büyük baskı altında. Kafa kesme gibi yöntemler kullanıyor. Nusra ise kategorik olarak farklı değil. Aynı anlayışı farklı pratiğine sahip; hedef şeriat devleti. İslami cephe batı tarafından artık ne anlama geldiği bilinmeyen ‘ılımlı’ cephede sayılıyor.

 Irak’taki durum Suriye kadar ciddi. Anbar eyaletinde egemenliğini ilan eden Irak İslam Devleti yani El kaide kolu Ramadi’den çıkarıldı. Anma Felluce’yi kontrol altında tutuyor. Başbakan Maliki Felluce kapıları beklerken ne yapacağını bilmiyor. Sorumlulardan birisi de kendisi ve Sünnilere yönelik politikaları. Maliki’nin siyasetinden bıkan yerel halk Kaideye kayıyor. Aşiretleri yeniden harekete geçiremezse Malikinin işi zor. Irak’taki El kaide Anbar bölgesi ile Suriye’yi kendi kontrolleri altında birleştirmek istiyor. Haritaya bakıldığında bunun mümkün olduğu görülebilir.

Suriye’deki manzara karşısında Batı ve ABD’nin tepkisi sonucu Türkiye  sınırlarını daha sıkı kontrol etmeye başladı. Ama bugüne kadar kaç savaşçının ne kadar silahın içeri girdiği meçhul. Bilinen, Suriye muhalefetini örgütleyerek ‘pastadan pay almak’ isteyen Türkiye’nin ilk günü iddiasından uzakta olması. Şam artık 3 gün sonra ‘namaz kılınacak’ bir yer değil! PYD’de ifadesini bulan siyasi ve silahlı Kürt muhalefeti El Kaide’ye  ‘kök’ söktüren gruplardan olmasına rağmen Türkiye’nin Suriye’de, Kaide ile birlikte PYD’yi tehdit olarak görmesi  son günlerin moda tabiriyle ‘manidar’.

Can alıcı soru şu: Kaide Suriye’den nasıl atılacak? Çünkü dışarıdan gelen savaşçıların bir kısmı orada kalacak, belki ölecek diğerleri ise kendi ülkelerine geri dönecek. Korkulanların başında da bu geliyor. Cenevre 2 Konferansı’nda Suriye’ye çözüm aranacakken masadaki meselelerden biri El Kaide’nin temizlenmesi olacak. Suudiler, Fransa ‘önce Esad gitsin’ derken ‘ABD, İngiltere önce El kaide temizlensin’ fikrinde. 

Türkiye mi? 

Her şeyiyle Esad’ın gitmesine yatırım yapan bir politikanın yeniden düzenlenmesi zorunlu gibi.  


11 Ocak 2014 Cumartesi


Şaron: Buldozer, Kasap, Barış Adamı! – Mete Çubukçu (Ntvmsnbc)

77 yaşında politik yaşamı sona eden Ariel Şaron’un ardından Ortadoğu’da “barış” için yeni bir fırsatın daha kaçtığını söyleyenler var. Ancak, onun geçmişini hatırlayanlar için barış kelimesi ile Ariel Şaron isminin yan yana anılması sadece yaşananları ve tarihi unutturmayı amaçlıyor.
2005 yılının Ağustos ayında çok önemli ve tarihi bir kararla işgal ettiği bir Filistin toprağından ilk kez çekilme kararı veren Şaron dünyayı da şaşırtmıştı. Filistin-İsrail sorununda Yahudi yerleşimlerinin fikir babası ve mimarı olarak bilen Ariel Şaron ya da İsraillerin Arik Şaron’u çekilme kararı vererek Ortadoğu’da barış adına büyük bir adım atmıştı. Evet, bu çözüm adına atılan bir adımdı. Ancak barış olup olmadığı hala tartışılıyor.
Çünkü Arik Şaron askeri kariyerinden kalma taktisyenliğini kullanarak Gazze’den tek taraflı çekilmiş, Batı Şeria’nın önemli bölümünü ilhak etmenin alt yapısını oluşturmuş, uluslararası toplumu arkasına almış, Arapların İsrail içinde çoğunluğu oluşturmalarını engellemek için ilk adımı atmıştı.
Gazze’den çekilmeyi kendi tabanı ve partisine ters düşmek adına gerçekleştirmesi cesaret isteyen bir karardı. Filistinlilerle masada vakit kaybedip bilinmez bir sürece daha girmek istemiyordu. Bu yüzden çekilme kararını Filistin tarafını kaale almadan tek taraflı uyguladı. Aynı politikayı Batı Şeria’da uygulamak istiyordu. Planı, Şeria’nın Kudüs dahil olmak üzere bir bölümü ilhak edip, iki devleti çözümü zorlamaktı. Bunun için büyük risk aldı. Kurucusu olduğu Likud Partisi’nden ayrıldı, Kadima’yı hem de İşçi Partisi lideri Şimon Peres’i de yanına alarak kurdu. Çünkü kendi sınırlarını şu anda varolan duvarın oluşturacağı iki devlet projesini ancak bu şekilde hayata geçirebilecekti. Uzun süredir İsrail kamuoyunu da arkasına almıştı. Kendi çözümü için kendisi harekete geçti.
1972′de İtalyan gazeteci Orianna Fallaci’ye “Geri vermek mi? Alay mı ediyorsunuz? Bu topraklar binlerce senedir İsrail topraklarıdır. O zamanlar daha İncil bile yoktu meydanda. Bu bölgede Filistin devletinin kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz. Asla” diyen yine aynı Şaron’du. Bu süreç içinde Şaron’un tarihi bilenlerin bile ezberi bozuldu.
Oysa şimdi Filistin devleti için politik manevralar yapıyordu. Birçok İsrailli yorumcunun iddia ettiği gibi “Yaşlanmış, değişmiş, barışı düşünür mü olmuştu?” Belki.
“Barış Adamı
Belki de vicdanı artık bu kadar kanın akmasına elvermiyordu. Hatta ABD Başkanı George Bush onun için “Barış adamıdır” demişti. Şaron, İsrail’in inisiyatifi ile bir çözümü bulmuştu: Bu çözüm uluslararası anlaşmalara göre kabul edilen 1967 sınırın öncesine dönmeden, Kudüs’ü vermeden, binlerce yerleşimciyi Batı Şeria’dan çıkarmadan gerçekleştirilecek iki devletli çözümdü. Bunu başarırsa İsrail’in 2. Ben Gurion’u olacaktı. Ya da 1978′de Camp David’de Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile el sıkışan sağcı lider Menahem Begin olarak anılacak, bölgeye barış getiren adam olacak ve ismi ölümsüzleşecekti.
Arik’in planı kısa vadede geçici bir barış için olumluydu ama uzun vadeli bir çözüm için hiç inandırıcı değildi. Filistinlilere “İşte size devlet buna razı olacaksınız” der gibiydi. Orta yolcu bir çözümdü plan onun için. Destek de buldu. Ama olmadı.
O, eski kimliğinden biraz olsun sıyrılmaya çalışırken, o kimliği sürdürmek isteyenler şimdi onun mirasını ve partisini devam ettirecekler. Benyamin Netanyahu, Şaron’dan daha şahin bir politika uygulayacak, orta yolcu çözüm bile hayal olabilecek. Bu açıdan bakanlar için Şaron’un politik arenadan çekilmesi “barış” adına büyük kayıp.
Tarih Unutmuyor
Peki, yaşlılığında “yumuşamaya” çalışan “barış adamı” Şaron neden “kasap” ya da “buldozer” olarak anılmıştı.
1928 doğumlu Şaron İsrail’in kuruluşunda önemli rol oynayan yeraltı örgütlerinden Hagana’ya üyeydi. Ama o ileride nasıl bir politikacı olacağının ipucunu 1952′de İsrail’in efsanevi komando birliği 101′e komuta ettiği zaman vermişti. Aynı yıl bazı askerlerin itirazlarına rağmen Gazze’deki El Burj mülteci kampında 15 kadın ve çocuğun öldürülmesini şöyle savunacaktı: “Kadınlar ülkemizde sivillere saldıran Arap vur-kaççılarının fahişeleridir. Mülteci kamplarına operasyonlar düzenlemezsek, kamplar katillerin ağına dönüşür.”
1982′de Lübnan’daki Sabra ve Şattila mülteci kamplarına ilk giren gazetecilerden birisi Japon Kyuichi Hirokava’ydı. Hirokava 800′e yakın kadın ve çocuğun delik deşik edilerek öldürüldüğünü görmüştü:
“Kampın içinde asılmış temiz çamaşırlar vardı. Gökyüzü maviydi ve güçlü bir rüzgar esiyordu. Birkaç adım yürüdüm, sokaklara yayılmış cesetlerden sonra başka cesetler de gördüm. Ağlamaya başladım” diye yazmıştı o zamanlar.
O katliamın Savunma Bakanı Ariel Şaron’un Faşist Hıristiyan Falanjistlere ihale ettiği söylendi hep. Daha sonra İsrail’deki Kahane Komisyonu da doğruladı olanları. Bu katliam ona “Beyrut Kasabı” sıfatını kazandırırken, 70′li yıllarda Tarım Bakan’ıyken ilk icraat olarak Batı Şeria’da Filistinlilerin evlerini yıkması “Buldozer”i ekletecekti kartvizitine. Provokatif bir biçimde Harem-ül Şerif’e bile bile girerek binlerce Filistinli ve İsraillinin hayatına mal olacak 2. İntifada’nın başlamasına neden olması da cabasıydı.
Bu yüzden milyonlarca Filistinli için, “barış” ileriki bir tarihe ötelense bile tarihte yaşananları unutmak çok kolay olmayacak, verilen demeçlerin aksine Şaron’lu ya da Şaron’suz bir İsrail çok fazla anlam taşımıyor.
“Filistin Devletini Ben Kuracağım”
Siyasi hayatta çözümsüz gibi görünen bir konuyu, o konunun en muhalifine, çözüme karşı olan figürüne çözdürüldüğünün örnekleri çoktur. Sağcı Menahem Begin’in Mısır’la anlaştığı gibi, Filistinlilerle yıldızı hiçbir zaman barışmamış Arik de Filistin devleti için harekete geçmişti.
Araplar ve Filistinlilerden en çok “nefret” eden isim olarak Şaron böyle bir sürpriz yapabilir miydi?
Bir dönem baş görüşmeci olan şimdiki başbakan Ebu Mazen, Gizli Kanallar adlı kitabında Şaron’la ilgili şu satırlara yer veriyor: “İsrail Komünist Partisi Genel Sekreteri Meir Vilger, Lübnan işgali sırasında Knesset’te bir konuşma yapar. Kendisinden sonra kürsüye gelen Şaron’u selamlamaz. Şaron bunun nedenini sorunca Vilner, ‘Eli kanlıları selamlamam’ yanıtını verir. Vilner uzaklaşırken Şaron şöyle bağırır: Bir gün Filistin devletini kuracak kişinin ben olduğumu anlayacaksın.”
Evet, Şaron “kendi istediği” Filistin devletini kurma çabasındaydı. Şimdi, bölgedeki tüm denklemlerin alt üst olduğu ve taşların yeniden yerlerine oturması için uzun süre gerektiği biliniyor. 25 Ocak’taki Filistin ve Mart ayındaki İsrail seçimleri bunun ilk adımını oluşturacak. İsrail büyük ihtimale tekrar Likud yani Netanyahu’ya dönecek, Filistin’de ise Hamas devreye girecek.
Filistin Arafatsız bir siyasette kendi ayakları üzerinde durmaya çalışırken, İsrail de Şaron’suz bir İsrail’e alışacak. Ancak, Ortadoğu’da eski liderlerin sahneden çekildiği, her iki taraf için de sürprizlerle dolu yeni bir dönem açılacak. Yeni dönemin aktörleri, Netanyahu, Peretz, Hamas ve İslami Cihad olacak.