18 Haziran 2013 Salı


GEZİ’DEKİ “DIŞ GÜÇLER”

 Radikal İKİ  16.6 2013


Türk devletinin geleneksel refleksi belli olaylarda yabancı parmağı aramaktır. Ne zaman ki herhangi bir nedenle kalkışma olur, sebepleri irdelenmeden suçlu bulunur: Dış güçler. Dış güçler argümanını kullanmak olan biteni sadece komplo teorileri ile açıklamaya çalışan otoriter yönetimlere özgü bir yaklaşımdır. İktidarlar ya da kendisini tek güç olarak görenler aynı ipe sarılır; yabancı güçlerin kışkırtmasına. Hayatta ve tarihte komplo vardır, olacaktır da. Siz provokasyona açık bir zemin yaratırsanız provoke edecek birileri zaten çıkar. Ancak, hayattaki her şeyi komployla açıklamaya kalkışmak eski rejim (ancient regime) alışkanlığıdır. Bazen yöntem tutar ama bazen de komik kaçar; inandırıcı olmaz. Gezi parkı protestosunu Soros’a bağlamaya vardıranlar gibi.
Arap ayaklanmaları başladığında özellikle Mısır ve Tunus’da insanların harekete geçmesini sağlayan ruh halini, milyonların ‘özgürlük’ nidalarını alkışlayanlar ne hikmetse Gezi parkında protestosunu karalama yarışına girerek, bu, yeni ve genç dinamiği dış güçlere bağlama kolaycılığına düştü. Gezi parkı eylemi çıkış noktası ve hedefi anlamında Tahrir’den farklıdır. Öte yandan  ‘özgün bir hareket’ olarak, Tahrir ayaklanması Gezi’ye belli noktalarda esin kaynağı olmuştur; benzerlikleri vardır. Ortak noktalar, insanları meydanlara sevk eden ruh halidir. Gezi protestosu Tahrir’deki gibi bir meydan hareketi, tek tip yaşam dayatmasına itiraz, insanların dayanışma duygusunu yeniden tatması, çok renkli ve çok farklı insanların bir araya gelmesi, sosyal medyanın kullanılması, korku duvarının aşılmasıdır. Özet olarak Gezi’ye “meydan- çadır- onur” diyebiliriz. Bir ruh hali olarak Tahrir’dir. Diğer noktalarda farklılıklar mevcuttur. Türkiye Mısır, Mısır’da Türkiye değil; demokratik geçmişleri ve gelenekleri çok farklı. Gezi hareketinin darbe,  Tahrir’deki gibi rejimi, hükümeti devirme gibi talebi yok. Olamaz da.

'BÜYÜK ÜLKE' HABER OLUR!

Tahrir isyanının başlangıcında Hüsnü Mübarek ‘yabancı’ kışkırtmasının yanı sıra dış basının manipülasyonu olduğu iddia etmiş, STK’lara yüklenmişti. Keza Tunus lideri Bin Ali’de aynı söylem üzerinden yürümüştü. Onlar diktatördü. Ama Türkiye demokratik kuralların işlediği bir ülke. Talepler çok daha ilerde, daha barışçıl. Gezi parkı eylemi devirmeye değil demokrasiyi evirmeye yönelik bir hareket gibi. Yani demokrasinin işleyişine, tek sese, tek söyleme, “sivil üniformaya” karşı bir isyan söz konusu. Bu nedenle Arap ayaklanmalarının alkışlayanların demokratik talepler karşısında ‘dış güçler’ argümanını kullanması manidar. Arap ayaklanmalarında o ülkelerin liderlerine ‘halklarına saygı göstermesi’ gerektiğini söyleyen anlayış, söz konusu Türkiye olunca aynı taleplere kulaklarını tıkıyor. Hata  Suriye’deki eli kanlı Esad rejimi bile, dalga geçercesine, başbakanı  demokratik davranmaya davet ederek, Suriyelilere can güvenliklerini için Türkiye’ye gitmemelerini telkin edebiliyor.

Türkiye son yıllarda dikkat çeken, ekonomik, siyasal ve uluslararası anlamda öne çıkan, Arap ayaklanmalarından sonra uzunca bir süre örnek gösterilen bir ülke. Hal böyle olunca dünyanın gözünü Türkiye’ye çevirmesi çok normal. Zaten aksi beklenemez. Türkiye’yle ilgili olumlu haberler yapan yabancı gazete ve televizyonların polisin şiddeti ve binlerce insanın katıldığı gösterileri görmemesi mümkün değil. Yani dış basının yayınlarından komplekse kapılmak gereksiz.  Bunu Türkiye’yi zor duruma düşürmek için kurulan bir tezgah olarak görmek, dünya medyasını Türkiye medyası sanmaktır ancak. Eğer Türkiye ‘büyük’ ülkeyse ‘büyük’ ülke her şeyiyle haber olur.  Başbakan Erdoğan’ın Washigton’da üst düzeyde ağırlanışının yansıtılması kadar Taksim’de olan bitenin birinci haber yapması da normaldir. Buna alışmak gerek. Ancak görülüyor ki bazıları sadece olumlu haberleri görmek istiyor, tıpkı Türkiye medyasında olduğu gibi. Türkiye’de medyayı denetim altına alan anlayışın dünya medyasını hizaya getiremeyeceği açık

FAİZ LOBİSİ DEĞİL FİNANAS KAPİTAL

Dünyanın önde gelen yayın kuruluşları gibi uluslar arası faiz lobisinden dem vurmak da iktidarın içeriye, kendi kitlesine yönelik mesajları gibi sanki. Faiz lobisinden kasıt ‘finans kapital’ olsa gerek.  Finans kapital dünyanın her yerinde aynı şekilde hareket eder. Bu Türkiye için değişmez; uluslar arası finans kapital Türkiye’yi hükümetin deyişiyle ‘güvenli liman’ olarak görmüş, Türkiye’ye de, onlar da bu suni, görülmeyen paradan kazanmıştır. Bir yanda da gizli faizdir bu. Ama kazancın olmadığı yerden ilk kaçanlar da onlar olmuş ve olacaktır da. Bu sadece Türkiye’ye yönelik bir tavır değildir. Sistemin cilvesi gibidir.


Hükümet Gezi protesto nedeniyle içeride herkesle kavgalı hale gelmiş durumda.  Dışarıda, Arap dünyasındaki algı tarzı da son dönemde değişmeye başladı. Sadece belli bir çizgiye sıkışan anlayışın Ortadoğu’daki yansıması artık bir mezhep algısıdır. Suriye’de planlananlar olmadı, tersine son dönemde Esad mevzi kazandı. Türkiye Irak’ta merkezi hükümetle köprüleri atarken Barzani ve Maliki barışma yönünde adım attı. Tüm bunlar Türkiye’nin politikalarını boşa çıkaran adımlar olabilir. 

Ayrıca gelinen noktada Türkiye’nin Mısır ya da Tunus’a demokrasi anlamında ‘ders’ vermesi de inandırıcı olmayacak gibi. Hepsinden önemlisi önümüzdeki dönemde yeni bir anayasa ve yeni bir Türkiye bekleniyorsa Gezi parkından yükselen taleplerle, Kürt sorunu için atılan adımlar  arasındaki paralellik görülmeli. Çünkü ikisi de birbirini tetikliyor; barış süreci ve Gezi’den yükselen talepler Türkiye’nin demokratikleşmesinin iki veçhesi gibi. Kürt meselesi çözülürken alanlardan yükselen, demokratik katılım ve söz söyleme taleplerine kulak tıkanmamalıdır. Ancak, Gezi eylemlerine yönelik tavır yeni bir anayasanın yapısına yönelik şüpheleri de arttırıyor. Özetle, dışarıyı suçlayıp işin içinden çıkmaya çalışmayıp içerideki demokratik talepleri dinlemek gerekiyor. Bu hareket Türkiyeli bir harekettir. Ömrümüzü her dönem devletin ‘dış güç’ iddialarını dinleyerek geçirdik. 


6 Haziran 2013 Perşembe


BİR RUH HALİ OLARAK TAKSİM-TAHRİR

Arap ayaklanmaları üzerine yazdığım “Yıkılsın Bu Düzen-Yaskut El Nizam” adlı kitabımda mealen şöyle yazmıştım:
“Hiçbir yönetim Arap ayaklanmalarının etkisinden, yöntemlerinden, taleplerinden muaf değildir. Arap ayaklanmaları bir ruh hali olarak sokağı, dayanışmayı, başka alternatifleri hatırlattı.”
Türkiye’de bugünlerde yaşananlar “Türk Yazı” ya da “Türk Baharı” gibi ithal, abartılı kavramlarla açıklanamaz. Olan bitenin çıkış noktası Arap ayaklanmalarından çok farklıdır. Yani Taksim, bir Tahrir değildir. Ancak, Taksim meydanında yaşananlar, yöntemler, talepler, katılım profili bakımından Tahrir’le benzerlik taşıyor. Orada demokrasi ve seçim talebi vardı. Türkiye kuşkusuz demokrasi açısından Mısır’dan daha ileride. Dolayısıyla buradaki talepler daha üst düzeyde. Burada olan “Seçimle gelmiş olabilirsiniz ama bu ülkede sadece siz yoksunuz. Bizi de dinleyin” talebi ve talebin patlamaya dönüşmesidir.
-Taksim ve Tahrir’deki ortak nokta korku duvarının aşılmasıdır. Tahrir meydanında kitleler polise karşı durarak yılların ölü toprağını üzerinden atmayı başardı ve diktatörlüğün ördüğü korku duvarını aştı. Taksim’de ise polisin gazla yarattığı şiddet ve orantısız güç kullanımı karşısında meydanlardakiler “gaz duvarını” aştı. Gaz artık önleyici değil aksine kışkırtıcı bir unsur. Mübarek’in Mısır’ı bir polis rejimiydi. Ve Tahrir kitlesi polisten nefret ediyordu. Çünkü bu algıyı rejim ve polis yaratmıştı. Vicdan zedelenip, haysiyet kırılınca bir “haysiyet patlaması” yaşanmıştı.   
-Taksim’e çıkanların profili çok farklı: Genç, kadın erkek, sosyalist, milliyetçi, Atatürkçü, Kürt, Alevi ve Müslüman kesimden bazı gruplar. Tahrir’de Müslüman grupların sayısı bir hayli fazlaydı. Ama ilk hafta Müslüman Kardeşler yoktu. Onlar sütre gerisinden izleyip olaya sonra dahil oldular.  Kendisini Müslüman-muhafazakâr olarak tanımlayan birçok kişinin Taksim’de olmak isteyip gelemediği biliniyor. Bunda iktidar olmanın payı yadsınamaz. Oysa 10 yıl önce “tezkereye hayır” mitinglerinde herkes aynı meydanlardaydı.
-Tahrir gibi Taksim’e insanlar farklı taleplerle çıktı. Ortak noktaları ise herkesin birçok konuda kendini baskı altında ve dışlanmış hissetmesi, seslerinin kısılması, taleplerinin göz önüne alınmaması, tek taraflı ve dayatmacı bir yönteme karşı çıkmalarıydı. Ve tabii ki hayat tarzlarına giderek daha fazla dokunulması. ‘Ben yaptım oldu’ yaklaşımına toptan bir tepkiydi. 
-Ve dayanışma duygusu. İnsanlar uzun süredir kendilerini yalnız, dayanışma duygusunu yitirmiş hissediyorlardı. Taksim’de bu dayanışma duygusu pekişti. İnsanlar yalnız olmadığını gördü. Omuz omuza gaza karşı duranlar, ardından sağlık hizmetlerini örgütledi, meydanı temizledi. Bunlar yeni bir kuşak: Bayraksız, pankartsız, lidersiz, kürsüsüz. Tahrir'deki gibi. Bu gençleri anlamak lazım.
- Tahrir bir sosyal medya örgütlenmesiydi. Türkiye’de de insanlar sosyal medya üzerinden haberleşti. Ancak her zaman söylediğim gibi bir dinamik yoksa sosyal medya işe yaramaz. Türkiye’de bu kez sosyal medya örgütlenmesi kararlı bir dinamik üzerine oturdu.  Mısır’da sosyal medyayı susturmayı denediler ama başarılı olamadılar.  Mübarek’i en çok zorlayan sosyal medyaydı çünkü Mısır’daki ayaklanmada televizyonlar başlarda sustu. Sonrasındaysa geç kaldı. Taksim’de duvar yazıları ve grafitilerin kimi Tahrir’den esinlense de özgün ve yaratıcı yazılar vardı. Hatta yaratıcılık konusunda Tahrir aşıldı.
-Taksim Gezi Parkı protestosu demokrasi içi bir tepkidir . Demokraside sandık önemlidir ama sandık fetişizmi otoriterizme gider. Okullarda Siyaset Biliminin ilk derslerinde demokrasi şöyle anlatılır: “ Çoğunluğun iktidarı, azınlık haklarına saygı”. Bu azınlık dini anlamda değildir. Hatta çoğunluk kavramı artık eskimiş yanına bir de çoğulculuk eklenmiştir. İnsanların öfkesinin nedeni anlaşılmaya çalışmalı, talepler dinlenmeli, anlayışla yaklaşılmalıdır. Demokrasi zaten biraz da budur. Mısır, Tunus, Libya gibi ülkelerde liderlerin kitlesel protesto karşısında kullandığı retorik arşivlerde kayıtlı duruyor. Bir kez daha bakılıp neler söyledikleri hatırlanabilir.
- Türkiye’de olan Arap ayaklanmalarından farklıdır. Ama temel taleplerin görmezden gelinmesi, toplum mühendisliği yapılarak topluma tek bir gömlek giydirilmek istenmesi tepkileri birleştirmiştir.  Tabiat kanunları gereği bastırılan her şey bir gün patlar. Arap ayaklanmalarını alkışlanırken Türkiye’de olanları küçümseyenler, Tahrir’in ilk günlerini hatırlattı bana. Mısır’da Tahrir’i küçümseyenler kısa süre sonra anlamaya çalıştılar. Bu nedenle Taksim’deki dinamiği dikkatli izlemek gerek.
Türkiye bu süreci nasıl yaşayacak?  Meydanlardan ve sokaklardan yükselen farklı talepleri duyma ve anlama kapasitesini kullanıp, demokrasi kanallarını açacak mı?
Ancak bunu yapabildiği takdirde Arap dünyasına “örnek olma” iddiasını taşıyabilir.