30 Nisan 2014 Çarşamba


DEVLETİN “GELENEĞİ”

Radikal İKİ/ 27.04.2014


Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunda, Osmanlı İmparatorluğu’dan keskin bir kopuş gerçekleştirmiş gibi görünse de, devlet denilen organizma söz konusu olunca neredeyse yüz yıl öncesine uzanan siyasi anlayışların zaman zaman hiç değişmediği görülüyor. Bir anlamda devletin aktarılan genetiği de denebilir buna. Belli dönemlerde cesur  adımlar atılarak bu genetikle oynansa bile genel zihninsel omurga korunuyor gibi.

Bu omurga farklı zamanlarda, farklı güç/iktidar sahiplerince eğilip büker lakin belli konularda açık ya da zımni hep bir zihinsel ortaklık söz konusudur. İktidarlar için devletin bekası her daim toplumdan önce gelir, toplumu denetim altında tutmak için de güvenlik paranoyası yaratılarak zihinsel ortaklık konsolide edilmeye çalışılır.  

Daha düz bir ifadeyse ‘bizim’ adımıza ‘iyisini de kötüsünü de’ devlet bilir, devlet karar verir! Demokrasinin işleyişinden Meclis’e, sokaktaki siyasete kadar birçok konuda kendileri karar vermek isterler. Ama en çok rahatsız oldukları da sokak ve sokağın itirazıdır. 

GÜVENLİK PARANOYASI

Her daim geçerli argümansa otoriter zihniyetlerin sık sık baş vurduğu ne anlama geldiği bilinmeyen güvenlik eksenli ‘paranoya’dır. Bu paranoyanın öznesi her dönem farklı olmuştur; irticadan, komünistler, azınlıklar, Kürtler, İslamcılar, yeni dönemde kamusal alana müdahale ya da tek sesliliğe tepki gösteren herkes. Ama bu paranoyanın ortaklaştığı tek konu her daim 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasıdır. 

Geçen yüzyılın başındaki İttihat ve Terakki Cemiyeti anlayışından, Tek Parti’ye, çok partili rejimlere, darbe dönemlerinden AKP iktidarına kadar farklılık içerse de belli noktalarda anlayışlar benzerlik gösterir.

1 Mayıs söz konusu olunca “Bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz”ci yaklaşım ve 1 Mayıs 1977’yi gerekçe göstererek yıllarca alanı kapalı tutan 12 Eylül anlayışı ile bugün kimin nerede toplanacağına karar veren, ‘kapattım gitti’ dayatması kategorik olarak farklı değildir. Aslında hepsinin ortak yanı, siyasetten korkmaları. Daha açık söylemek gerekirse, hadi çok çok uzağa gitmeyelim 12 Eylül’ün mantığından muzdarip olduğunu söyleyen iktidarın ve benzer zihniyetin sapa sağlam durduğudur.

Agos’ta Yetvard Danzikyan çok iyi özetlemiş bu durum: “ Asli olarak toplumu ‘siyaset’ten arındırma takıntısıdır. Toplum tamam, elbette ki seçimden seçime oy vermeli, milli irade tecelli etmelidir ama aslında ‘siyasallaşmamalıdır’ ve iktidar sahipleri en gür sesleriyle her şeyin doğrusunu halka anlatmalıdır. (Otoritenin ta o zamanlarda da şuna buna ‘siyaset yapmayın’ demesini hatırlayın.) 



SİYASET YAPMAYIN!

Türkiye Cumhuriyeti’nin 90 yıllık demokrasi tecrübesinin meclise sıkıştırıldığı, demokrasinin sadece sandık-seçmen ikilisi arasındaki tek günlük bir ‘faaliyete’ indirgendiği bu devletlü anlayış her daim uygulanmaya çalışılmıştır.

Tüm bu olan bitende asıl amaç toplumu, insanları siyasetin öznesi olmaktan çıkarmak denilebilir. 



Danzinkyan’dan devam edelim: “Gezi direnişinin de AKP üzerinde benzer bir etki yarattığını söyleyebiliriz. Erdoğan’ın muhafazakar, sağ zihniyetinde bunun ne kadar büyük bir travma yarattığını her gün yeni örnekleriyle bir kez daha görüyoruz zaten. Bu siyasi çizgi her ne kadar pragmatist bir çizgi olsa da devlet-toplum ilişkisi bahsinde klasik devletten çok da ayrı düşünmez. Toplum, devletin, otoritenin sözünden çıkmaması gereken bir çocuktur. Sokaklar tekinsizdir. Gençlik tekinsizdir. Hele ki sokakta hak aramak, büsbütün meseledir. Bir mesele varsa sandıkta halledilir.



Türkiye’de gücü eline geçiren hemen her iktidar, asker- sivil fark etmeden aynı zemin üzerine oturup benzer refleksler göstermede oldukça mahirdir. Bu mahir refleksin başında da 1 Mayıs’ı yasaklamak gelir.

DEVLET BAHŞEDER!

2012’da Taksim’de 1 Mayıs kutlamasına ‘izin’ vermek gibi, ‘yasaklamak’ da Türkiye’de devlet olmanın gereğidir sanki. Devlet verir ve alır, halkına bahşeder!

Yıllardır yasaklama için farklı gerekçeler gösterilse bile aslında tüm bu mantığın altında yatan ‘devlet’ denilen varlığın geri adım atarak otoritesini yitirme korkusudur. AKP’ye gelecek olursak; 2010’da topluma ‘bahşettiğini’ düşündüğü ‘izin’, o günün yeni Anayasa konjonktürüne uygun bir havanın devamı gibidir; vakti geçince kaldırılmasına yine kendileri karar verecektir. (Oysa  Taksim’deki 1 Mayıs kutlanması ve bunun için verilen mücadeleyi unutmamak gerek)

Bu yılki yasaklama kararına baktığımızda, 2012’deki kararın içselleştirilmiş bir özgürlük yaklaşımıyla ilişkisinin olmadığı görülür. Ancak, devletin mazereti bitmez, bu anlayış sürdükçe bitmeyecektir de. Geçen yıl meydandaki inşaat çalışmalarını gerekçe gösteren hükümet, inşaat bitmesine, Taksim’in düz bir beton alan olarak miting için uygun hale gelmesine rağmen,  ‘biz alan gösteririz siz kutlarsınız’ yaklaşımıyla geleneksel devlet anlayışından ayrılmamıştır.   

Geçen yıl Gezi’nin gelişi 1 Mayıs’tan belli olmuştu. Bu yıl da Gezi fobisinden öte, başbakan Erdoğan’ın aldığı kararların ‘tartışılamaz’, karşı çıkılamaz olduğu gösterilmek istenmekte.

Düşünsenize, maazallah, 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkanlar Gezi parkına girip orada birkaç saat geçirirlerse o devletin/hükümetin otoritesi ne olacak?

İşte bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti tarihinde devletin otoritesi ve bu otoritenin sarsılmaması için ortaya konan yasaklar silsilesi devam eder. Dünyanın her yerinde tarihi, sembolik meydanlar olduğu ve farklı kutlamaların hep bu alanlarda yapıldığı bilinir. Hala 1977 katliamı gerekçe gösterilir ama bu katilamın failerini bulmak için çaba gösterilmez.

2012’de olduğu gibi emekçilerin dayanışma gününde herhangi bir müdahale olmadıkça barış içinde herkesin şarkısını söyleyebildiği ve hakkını haykırabildiği bir gün olduğunu kanıtlanmıştır. Bütün dünyada otoriter eğilimlerin  şiddetten beslendiği de zaten sır değildir. Siyaseten devletin bir işi de zor kullanmaktır.


Bu ülkede dejavü yaşamamak için daha kaç yaşına gelmemiz gerekiyor. Doğada karşı çıktığımız genetik oynamaları, devletin mantığı söz konusu olunca yeniden düşünmek gerekir. Özellikle Türkiye’deki muhafazakar sağ geleneğin 1 Mayıs takıntısı da bir genetiğin devamı gibidir. Ne demişler: “Biz bize benzeriz”

24 Nisan 2014 Perşembe



SU ÇATLAĞINI BULACAK MI ?


T24/ 24.04.1014/  

“...20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz."

Başbakan Erdogan’ın 24 Nisan nedeniyle yaptığı açıklamasındaki bu satırlara katılmamak mümkün değil.

Türkiye Cumhuriyeti adına bir başbakanın  ‘taziye açıklaması’ yapması,  ilk olmasının dışında, resmi kayıtlara giren devletin arşivlerindeki yerini alan ve artık bu noktadan geri düşmenin pek mümkün olmadığı bir durum.

Açıklamanın ilk olmasının dışında, insani açıdan, yaşanan acıların paylaşılması ve yıllardır karşılıklı olarak acıların ‘yarıştırılaması’na son verilmesine kapı açması da önemli.

Samson Özararat’ın deyimiyle “daha önceki yaklaşımlarda acıları birbiriyle nötralize etmek, aynı kefeye koymak öne çıkıyordu. Bu açıklamayla bunlar birbirinden ayrılmış oluyor.” Özararat Türkiye Ermenistan ilişkilerinde hep önemli bir kanal olmuş bir isimdir.

Aynı açıklamada techir kelimesi de yer alıyor. Techir ‘yerlerinden zorla edilenler’e karşılık düşer.  Resmi anlamda bırakalım soykırım tanımı ve soykırım tartışmasını, 1915’de ‘hiçbir şey olmamıştır’ anlayışından ‘tehcir’ noktasına gelmek de bir şey.


Bu kelimenin daha önce de kullanıldığı söylense de devletin arşivlerine girmesi.

Özarart’la bu konuyu da değerlenderdik. Şunları söylüyordu:“Bundan evvelki yaklaşımlarda böyle bir olay olmamış gibi davranılıyordu. Şu anda da 'soykırım' kullanılmıyor ama bir zamanlar 'tehcir' kelimesi bile kullanılmıyordu. Bu tehcirin meydana geldiğinin ve insanlık dışı olduğunun söylenmesi de bir ilktir”

Acıklama birçok eleştiriyi de beraberinde getirecektir doğal olarak. 1915’in 100 yılı arefesinde ön alma,  Obama’nın yapacağı açıklamadan önce ‘yeni’ ve ‘sürpriz’ çıkış yapma, içinde ‘soykırım’ kelimesi olmaması, Başbakan Erdoğan’ın önümüzdeki günlerde açıkmaya ters çıkışlar yapması vb.

Bunların hepsi doğru da olabilir. Metinde sorun yok mu? Var tabii ki. Bu insani yaklaşım adımının önemini değiştirmez.

Siyaseten ne olur?

Başta protokkoler olmak üzere kısa vadede olumlu bir adımı kolay görünmüyor. Protokoller kadük bir biçinde rafta bekliyor. Önemli olan raftan da kaldırılmaması.

Açıklamada yer alan tarih komisyonu ve arşivlerin karşılıklı açılması maddelerinin dile getirilmesi (protokollerin daha gerideki ve pasif maddeleri olsa bile) bu yolun kapanmaması isteği de dile getiriyor gibi. Ama bu konuda çok umut ışığı görünmüyor.


Metindeki “1915 olaylarına ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi; çoğulcu bir bakış açısının, demokrasi kültürünün ve çağdaşlığın gereğidir” cümlesi yaşamı boyunca  birbirini anlama ve acıları paylaşma konusunda mücadele veren sevgili Hrant Dink’in katilerinin  bulunmasıyla gerçek anlamını bulacak.


Tıpkı, 1915’da yaşananların faili meçhul kalmaması gerektiği gibi. Çünkü açıklamanın belki de en zayıf ve sorunlu noktası 1915’de yaşananların sanki kendi kendine olmuş olaylar gibi tarif ediliyor olması.


Peki şu cümle ne anlama geliyor?


“Zamanın ruhu, anlaşmazlıklara rağmen konuşabilmeyi; karşıdakini dinleyerek anlamaya çalışmayı; uzlaşı yolları arayışlarını değerlendirmeyi; nefreti ayıplayıp saygı ve hoşgörüyü yüceltmeyi gerektirmektedir”

Bunu da sorduk Özararat’a.

Tabii ifade edilen 1915 soykırımıyla ilgili, 24 Nisan kısmıyla ilgili. Bu cümleyi alıp bir gün Türk-Ermeni illişkilerine uygulayabilirsek hakikaten yeni bir dönemin başlangıcı olabilir.”



13 Nisan 2014 Pazar


Suriye'den 'Contra Skandalı' Çıkar mı?

13.04.2014.      T24


Uluslararsı medyanın iki önemli ismi Seymour Hersh ve Robert Fisk’in Suriye’de geçen yıl kullanılan sarin gazı saldırısında Türkiye’nin izi olduğu iddiasındalar. Hersh iddialarının arkasında dururken Fisk de açık kaynaklardan elde ettiği bilgilerle doğrudan yargıda bulunmuyor ama şüphelerini dile getiriyor.

Türkiye’nin Şam’ın Guta bölgesinde 1300 insanın hayatını kaybetitği sarin gazı saldırısına şu ya da bu şekilde “katkıda” bulunup bulunmadığını bilmiyoruz. Elimizdeki verilerle de bilemeyiz. İddia vahim tabii ki. Bu durumu en net ortaya koyacak olan iddia sahibi ve belgelerdir.

Ancak bu tür “kirli” savaşlarda yapılanlar bir süre sonra sonra ortaya çıkar. Eşyanın tabiatı gereği Vietnam savaşından Irak işgali öncesine kadar ‘saklanan/gizlenen/manipüle edilen’ bilgiler bir müddet sonra gerçeği ile yer değiştirmiştir.Çünkü böylesi puslu ve kirli havada kimin ne yaptığı, kiminle ‘iş tuttuğu’, isteyerek ya da farkına varmadan nelere alet olduğu ortaya çıkar, çıkarılır. 
 Yapabileceğimiz şey, elimizdeki verilere dayanarak bugüne kadar kamuoyuna mal olmuş bilgileri bir araya getirip açık kaynaklar ve vakalar üzerinden ilerlemek. 

 Veriler Türkiye’nin böyle bir şey yapmış olabileceğini göstermiyor ama çeşitli vakalar doğal olarak şüphe uyandırabiliyor. Gazetecilerin işi kanıtlarla haber yapmaktır. O vakit kesin bir yargıya varabilir gazeteci. Ayrıca gazetecinin şüpheci olması sorular sorması gerekir. 
 
O zaman iddialar, kamuoyuna mal olmuş haberler, mevcut vaka ve iddialarla ilgili  soru soralım.
 
- Türkiye 3 yıl boyunca Suriye’de hangi gruplarla, hangi ölçüde ve kim aracılığı ile ilişki kurmuştur? 

- Bu 3 yol boyunca hayata geçen ama başarısız olan, başarılmayacağı bilinmesine rağmen devam ettirilen politikalar var mıdır? Bu politikalar için farklı yollar "mübah" görülmüş müdür? 

- Mayıs ayında Washington’daki toplantı sonrası Obama yönetiminin Türkiye’ye mesafe koymasının "asıl" nedeni nedir?

- Türkiye iddia edildiği gibi Wasihgton’un Suriye saldırması için ‘provokatif’ girişimlerde bulunmuş mudur?

- Adana’da yakalanan sarin gazı ile ilgili tutuklananlar ya da serbest bırakılarak ortadan kaybolanlar kimlerdir? Neden serbest bırakılmış ve ortadan kaybolmasına göz yumulmuştur? 

- Savaşın başından bu yana Libya-Suriye hattındaki insan ve silah sevkiyatı ABD'nin bilgisi dahilinde Türkiye üzerinden mi yapılmıştır? 
 
-ABD'nin de bilgisi dahilinde yapıldığı iddia edilen sevkiyatın finansal kaynağı, delinen İran ambargosundan sağlanarak, Libya’dan gelen silahlar için  kullanılmış olabilir mi? Tıpkı 1979’daki Sandinistalara karşı savaşan sağcı kontralara İran’a yapılan silah sevkiyatından elde edilen paraların aktarıldığı gibi.

- Washington yönetimi Mayıs ayından sonra özellikle Suriye’ye belli silahların 
-ki bir kısmı Esad rejiminin gücünü kıracak nitelikle olan -sevkiyatını neden durdurmuştur?

- Türkiye ABD’nin terör listesinde bulunan El Nusra örgütünü neden El Kaide ile bağlantılandırmamaktadır? Oysa Nusra Cephesi Zevahiri'nin açıklamaları çerçevesinde  El Kaide'nin resmi kolu olarak ilan edilmiştir. 

- Suriye’de ılımlı ya da radikal ayrımı yapmak artık mümkün müdür?

- Ermeni kasabası Kesap’ın muhaliflerin eline geçmesinde muhaliflerin rolü nedir? 

Sorular uzatılabilir? Yanıtlar bir araya getirilebilir. 
 
Hersh’ün iddialarının doğru olmadığını ve bu ülkenin bir vatandaşı olarak , bu ülkenin böyle kirli bir işe kalkışmayacağını düşünüyor, umut ediyorum. 

Umarım yanılmam. 

3 Nisan 2014 Perşembe


BDP: BAŞARI VE REHAVET

6.4.2014 Radikal İKİ


30 Mart Seçimlerinin galiplerinden biri de kuşkusuz BDP ve Kürt siyasal hareketi. Bu sadece rakamların; kazanılan il, ilçe, beldelerin sayısı ile ilgili olmayıp  aynı zamanda bölgedeki psikolojik üstünlüğün Kürt siyasal hareketine geçmesiyle ilişkili bir durum.

Seçimler öncesinde 98 belediyesi yeni yasal düzenlemeyle 77’le düşen BDP’nin sandıkta bu sayıyı  103’e, özellikle il sayısını 11’e çıkarması bir başarı. Rakamsal veriler bir parti açısından önemli. Bu seçimde Kürt siyasal hareketi rakamsal başarısının yanında, belki de ondan daha çok 
Türkiye siyasetine yaptığı katkısıyla öne çıktı. 97 kadının doğrudan ya da eşbaşkan olarak siyaset sahnesinde yer alması sadece Kürtler değil Türkiye siyasetine yeni bir model getirme açısından önemli bir aşama.

97 kadın göreve geldi belki ama alanlarda da binlerce kadının aktif olarak çalıştığını da unutmamak gerek. Bu nedenle 30 Mart seçimleri bir dönemin başlangıcı olarak tarihe geçmeli.

30 Mart seçimleri öncesinde Kürt coğrafyası ve siyasetiyle ilgili birçok öngörüde bulunuldu. Bunların başında neredeyse 30 yıldır ilk kez çatışmasız, sakin bir ortamda seçime gidilmesi, çözüm sürecinin seçimleri BDP’yi nasıl etkileyeceğiydi. Uzun yıllardır neredeyse BDP ve AKP çekişmesine sahne olan bölgede, BDP AKP ile yarışa giridiği her şehirde üstünlük sağlandı;bazı şehirleri AKP’den aldı.

KİMLİK SİYASETİ OLMADAN OLMAZ

Seçim öncesinde yapılan yorumlardan birisi çözüm süreci ve normalleşmeyle birlikte BDP çizgisinin güç kaybedeceğiydi. 

Çünkü Batı’da yapılan ‘ezber okumalar’, BDP’nin yıllarca ‘gerginlikten beslendiği’ iddiası, ‘kimlik siyasetini’ öncelediği ama çözüm süreciyle birlikte seçmen nezdinde ‘kimlik siyasetinin’ zayıflayacağı, artık bir fetiş haline getirilen ‘hizmet ve proje’ siyasetine seçmenin daha fazla önem vereceği yönündeydi.

Bu yorumları yapanlar (hala aynı tezleri orada burada söylemeye devam etmelerine rağmen) yanıldı. BDP’nin gerginlik siyasetiyle bölgede güç kazandığı tezleri de en azından şimdilik doğrulanmamış oldu. 

Bu nedenle normalleşmenin AKP’den çok BDP’nin elini güçlendirdiğinin (moda tabiriyle) altını çizelim.

Çözüm süreci ve normalleşme insanları farklı beklentilere yöneltse de bölgede kimlik siyasetini öncelemeden hiçbir partinin siyaset yapma olanağının olmadığı görmek gerekiyor. Kürt kimliği, kültürel haklar, demokratikleşmeyle birlikte ele alınmadıkça hizmet ve proje siyasetinin etkili olmadığı görüldü.

Zaten BDP’nin de uzun yıllar sonra sadece Kürt kimliği üzerinden değil bizzat somut projeler (çılgın ve saçma  olmasa da) kentlere dair vaat ve planlarının olduğu söylenebilir. Merkezi hükumetten yardım almayan, birçok projesi onaylanmayan BDP’li belediyelerde 15 yıl öncesinin acemi belediyeleri değiller zaten.

BDP’nin seçim öncesinde dile getirdiği ‘demokratik özerklik’ uygulamasının hayata geçirilmesine onay veren seçmen çözüm sürecine de –birtakım sıkıntılar, eleştiriler, itirazlara rağmen- destek verdi.

Ama bu durum bazılarının iddia ettiği gibi sadece ‘sürece verilen destek’ değil. Çünkü bu bakış açısı, diğer gelişmeleri görmeyen, fazlaca hükümetin yaklaşımını içeriyor.

BDP kitlesi sürece onay vermekle birlikte karşı tarafa yani hükümete de daha fazla rol biçti. AKP’ye biçilen bu rol, hükümetin artık mazareti kalmadığı ve AKP’nin ‘taban hazır değil’ tavrının gerçekçi olmadığı, aksi halde sürecin bu şekliyle sağlıklı yürümeyeceğidir.
  
SINIRLARI ZORLAMAK

BDP’nin Mardin ve Bitlis gibi illeri AKP’den alması dikkat değer bir başarı. Bu illerle birlikte bölge haritası neredeyse BDP renklerine boyandı. Ancak BDP belli illerde birinci parti olsa da oy kayıpları söz konusu. Bu illerin başında Diyarbakır, Hakkari ve Şırnak gibi BDP’nin bir önceki mahalli seçimlerde rekor oy aldığı kentler geliyor. 2009 seçimleri baz alındığında bu üç ilde %5 ile %10 arasında oy kaybı söz konusu.

Bu kentlerden Hakkari’de %10 Diyarbakır’da yüzde %4 oranında oy AKP’ye gitmiş gibi görünürken Şırnak’ta AKP’ye giden oy yok gibi.  Bu sonuçlar seçmenin ‘AKP’ye gitmesiyle değil’, sonuçları garanti görerek ‘sandığa gitmemesi’ ile açıklanabilir. Bir diğer nedense bu seçime özgü ‘seçmen heyecansızlığı’ ve BDP’nin seçim çalışmalarındaki  ‘rehavetine’ bağlanabilir.

Daha önceki yıllarda da bölgede seçim çalışmalarını bölgede izleyen bir gazeteci olarak bu kez heyecan dozu ve partinin çalışmalarının düşük olduğunu söyleyebilirim.

Ancak, seçim öncesi 100’ün üzerinde mitinge katılan  BDP Eşgenel Başkanı Selahhatin Demirtaş söylediği gibi ‘AKP’yi bölgede gerillettiği’ doğrudur. Demirtaş’a göre BDP hedefinin %85’ini gerçekleştirmiş, yapılan hatalar da parti içinde masaya yatırılacaktır. 

Her ne kadar Türkiye’de BDP-HDP bloğunun aldığı %6.1 ile 2009’daki % 5.7’nin üstüne çıkmış, 2014 seçimlerindeki  %6.5 altına düşmüş olsa da kendi psikolojik sınırını aşamadığı görülüyor. 

Bölgede seçime ilk kez katılan eskinin Mustazaf Der (bölgede eski Hizbullah) olarak bilinen hareketin partileşmiş hali olan Hüda Par’ın girdiği ilk seçimde ciddi bir fark yaratamacağı ortaya çıkması bir sonraki seçimin BDP-AKP arasında geçeceğinin göstergesi.   

Sonuç olarak HPD projesi hem parti içinde hem de İmralı’da yeniden masaya yatıracak, HDP olarak devam etmenin artı ve eksileri değerlendirilecek ya da HDP projesinin siyaseten sınırları ele alınacaktır. 

Partinin önünde 1.5 yıl gibi uzun bir süre olmakla birlikte BDP’nin kendi açısından %10’lara ulaşmak için özellikle büyükşehirlerde hemen çalışmaya başlaması, farklı ittifakları denemesi, yeni gelen genç seçmeni ikna edebilmesi gerekiyor.  

BDP kitlesinin (her türlü opsiyonu da hesaplayarak) sürecin arkasında durduğu, AKP kitlesinin de sürece evet dediği biliyor. Önümüzdeki dönemin en önemli beklentisi 
AKP’nin süreçle ilgili atacağı pratik ve yasal adımlar olacak gibi. Özellikle Cumhurbaşkanlığı sürecinde AKP’nin de bu kozu BDP nezdinde bir kez daha al/ver konusu yapıp yapmayacağı merak ediliyor.

Bitirirken hatırlatalım bazı yazalar ve gazetelerin yazdığı gibi sandıkta sadece çözüm sürecine devam denmedi.

Bölgede, Türkiye ve BDP açısından aynı önemde sonuçlar çıktı: Kadınların siyasete katılım, demokratik özerklik, çözüm sürecinin geleceği ve yerel hizmetler.