DEVLETİN “GELENEĞİ”
Radikal İKİ/ 27.04.2014
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunda, Osmanlı İmparatorluğu’dan keskin bir kopuş
gerçekleştirmiş gibi görünse de, devlet denilen organizma söz konusu olunca
neredeyse yüz yıl öncesine uzanan siyasi anlayışların zaman zaman hiç
değişmediği görülüyor. Bir anlamda devletin aktarılan genetiği de denebilir
buna. Belli dönemlerde cesur adımlar atılarak bu genetikle oynansa bile
genel zihninsel omurga korunuyor gibi.
Bu omurga farklı zamanlarda, farklı güç/iktidar sahiplerince
eğilip büker lakin belli konularda açık ya da zımni hep bir zihinsel
ortaklık söz konusudur. İktidarlar için devletin bekası her daim toplumdan
önce gelir, toplumu denetim altında tutmak için de güvenlik paranoyası
yaratılarak zihinsel ortaklık konsolide edilmeye çalışılır.
Daha düz bir ifadeyse ‘bizim’ adımıza ‘iyisini de kötüsünü de’ devlet
bilir, devlet karar verir! Demokrasinin işleyişinden Meclis’e, sokaktaki
siyasete kadar birçok konuda kendileri karar vermek isterler. Ama en çok
rahatsız oldukları da sokak ve sokağın itirazıdır.
GÜVENLİK PARANOYASI
Her daim geçerli argümansa otoriter zihniyetlerin sık sık baş vurduğu ne
anlama geldiği bilinmeyen güvenlik eksenli ‘paranoya’dır. Bu paranoyanın öznesi
her dönem farklı olmuştur; irticadan, komünistler, azınlıklar, Kürtler,
İslamcılar, yeni dönemde kamusal alana müdahale ya da tek sesliliğe tepki
gösteren herkes. Ama bu paranoyanın ortaklaştığı tek konu her daim 1 Mayıs’ın
Taksim’de kutlanmasıdır.
Geçen yüzyılın başındaki İttihat ve Terakki Cemiyeti anlayışından, Tek
Parti’ye, çok partili rejimlere, darbe dönemlerinden AKP iktidarına kadar
farklılık içerse de belli noktalarda anlayışlar benzerlik gösterir.
1 Mayıs söz konusu olunca “Bu ülkeye komünizm gelecekse onu da
biz getiririz”ci yaklaşım ve 1 Mayıs 1977’yi gerekçe göstererek yıllarca
alanı kapalı tutan 12 Eylül anlayışı ile bugün kimin nerede toplanacağına karar
veren, ‘kapattım gitti’ dayatması kategorik olarak farklı değildir. Aslında
hepsinin ortak yanı, siyasetten korkmaları. Daha açık söylemek gerekirse, hadi
çok çok uzağa gitmeyelim 12 Eylül’ün mantığından
muzdarip olduğunu söyleyen iktidarın ve benzer zihniyetin sapa
sağlam durduğudur.
Agos’ta Yetvard Danzikyan çok iyi özetlemiş bu durum: “ Asli olarak toplumu ‘siyaset’ten arındırma
takıntısıdır. Toplum tamam, elbette ki seçimden seçime oy vermeli, milli irade
tecelli etmelidir ama aslında ‘siyasallaşmamalıdır’ ve iktidar sahipleri en gür
sesleriyle her şeyin doğrusunu halka anlatmalıdır. (Otoritenin ta o zamanlarda
da şuna buna ‘siyaset yapmayın’ demesini hatırlayın.)
SİYASET YAPMAYIN!
Türkiye Cumhuriyeti’nin 90 yıllık demokrasi tecrübesinin meclise
sıkıştırıldığı, demokrasinin sadece sandık-seçmen ikilisi arasındaki tek günlük
bir ‘faaliyete’ indirgendiği bu devletlü anlayış her daim uygulanmaya
çalışılmıştır.
Tüm bu olan bitende asıl amaç toplumu, insanları siyasetin öznesi olmaktan
çıkarmak denilebilir.
Danzinkyan’dan devam edelim: “Gezi direnişinin de
AKP üzerinde benzer bir etki yarattığını söyleyebiliriz. Erdoğan’ın
muhafazakar, sağ zihniyetinde bunun ne kadar büyük bir travma yarattığını her
gün yeni örnekleriyle bir kez daha görüyoruz zaten. Bu siyasi çizgi her ne
kadar pragmatist bir çizgi olsa da devlet-toplum ilişkisi bahsinde klasik
devletten çok da ayrı düşünmez. Toplum, devletin, otoritenin sözünden çıkmaması
gereken bir çocuktur. Sokaklar tekinsizdir. Gençlik tekinsizdir. Hele ki
sokakta hak aramak, büsbütün meseledir. Bir mesele varsa sandıkta halledilir.”
Türkiye’de gücü eline geçiren hemen her iktidar, asker- sivil fark etmeden
aynı zemin üzerine oturup benzer refleksler göstermede oldukça mahirdir. Bu
mahir refleksin başında da 1 Mayıs’ı yasaklamak gelir.
DEVLET BAHŞEDER!
2012’da Taksim’de 1 Mayıs kutlamasına ‘izin’ vermek gibi, ‘yasaklamak’ da
Türkiye’de devlet olmanın gereğidir sanki. Devlet verir ve alır, halkına
bahşeder!
Yıllardır yasaklama için farklı gerekçeler gösterilse bile aslında tüm bu
mantığın altında yatan ‘devlet’ denilen varlığın geri adım atarak otoritesini
yitirme korkusudur. AKP’ye gelecek olursak; 2010’da topluma ‘bahşettiğini’
düşündüğü ‘izin’, o günün yeni Anayasa konjonktürüne uygun bir havanın devamı
gibidir; vakti geçince kaldırılmasına yine kendileri karar verecektir.
(Oysa Taksim’deki 1 Mayıs kutlanması ve bunun için verilen mücadeleyi
unutmamak gerek)
Bu yılki yasaklama kararına baktığımızda, 2012’deki kararın
içselleştirilmiş bir özgürlük yaklaşımıyla ilişkisinin olmadığı görülür. Ancak,
devletin mazereti bitmez, bu anlayış sürdükçe bitmeyecektir de. Geçen
yıl meydandaki inşaat çalışmalarını gerekçe gösteren hükümet,
inşaat bitmesine, Taksim’in düz bir beton alan olarak miting için uygun
hale gelmesine rağmen, ‘biz alan gösteririz siz kutlarsınız’ yaklaşımıyla
geleneksel devlet anlayışından ayrılmamıştır.
Geçen yıl Gezi’nin gelişi 1 Mayıs’tan belli olmuştu. Bu yıl da Gezi
fobisinden öte, başbakan Erdoğan’ın aldığı kararların ‘tartışılamaz’, karşı
çıkılamaz olduğu gösterilmek istenmekte.
Düşünsenize, maazallah, 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkanlar Gezi
parkına girip orada birkaç saat geçirirlerse o devletin/hükümetin otoritesi ne
olacak?
İşte bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti tarihinde devletin otoritesi ve bu
otoritenin sarsılmaması için ortaya konan yasaklar silsilesi devam eder.
Dünyanın her yerinde tarihi, sembolik meydanlar olduğu ve farklı kutlamaların
hep bu alanlarda yapıldığı bilinir. Hala 1977 katliamı gerekçe gösterilir ama
bu katilamın failerini bulmak için çaba gösterilmez.
2012’de olduğu gibi emekçilerin dayanışma gününde herhangi bir müdahale
olmadıkça barış içinde herkesin şarkısını söyleyebildiği ve hakkını
haykırabildiği bir gün olduğunu kanıtlanmıştır. Bütün dünyada otoriter
eğilimlerin şiddetten beslendiği de zaten sır değildir. Siyaseten
devletin bir işi de zor kullanmaktır.
Bu ülkede dejavü yaşamamak için daha kaç yaşına gelmemiz gerekiyor. Doğada
karşı çıktığımız genetik oynamaları, devletin mantığı söz konusu olunca yeniden
düşünmek gerekir. Özellikle Türkiye’deki muhafazakar sağ geleneğin 1 Mayıs
takıntısı da bir genetiğin devamı gibidir. Ne demişler: “Biz bize benzeriz”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder