31 Aralık 2012 Pazartesi


ORTADOĞU’DA 2013

RADİKAL İKİ/ 30.12.21012

Ortadoğu’da zaman son iki yılda reel anlamından daha hızlı ilerliyor. Arap ayaklanmalarının tetiklediği bölge iki yıl içinde birçok değişikliğe sahne olurken birçok şeyin yeni başladığını söyleyelim. Bu acıdan iyimser olmak için neden yok. 2013, bu yıla nazaran daha karmaşık, daha kanlı ve krizle geçecek. Bu da normal çünkü yılların bastırılmışlığı kendi içinden patlıyor, dışarıdan provoke ediliyor.  
2012 başında Türkiye dahil birçok günler haftalarla yıkılacağı yönünde tahminlerde bulunulan Suriye rejimi hala ayakta. Büyük bir sürpriz olmazsa yıkılacak gibi görünmüyor. 2012’de rejim zayıflamasına karşı ayakta kalırken ülkede yıkım devam ediyor; kentler, kasabalar, tarih ve yerle bir oluyor,  tarafların kopuşu hızlanıyor, düşmanlıklar artıyor. Bu durum önümüzdeki yıl daha keskinleşecek. Rejimin yıkılması halinde kimin kiminle yaşamak isteyeceği büyük bir soru işareti. Ama Esad rejiminin giderek daha vahşileşeceğini buna karşı muhalefetin de acımasız yöntemlere başvuracağını görmek gerekiyor.
SURİYE BAŞROLDE
2012’de her ülkenin bir yerinden asıldığı Suriye’deki gidişata göre başta Türkiye olmak üzere birçok ülke daha sıkıntılı bir sürece girecek. Çabuk unuttuk: Türkiye hala F-4 uçağının neden orada olduğu ve neden düşürdüğünü açıklamadı, angajman kurallarının değişmesi Suriye’nin kuzeyinin muhaliflerin eline geçmesinde katkı sağladı. Sınırlar delik deşik oldu. Ama hükümet tüm çabalarına karşın beklediği dış desteği göremeyince işi ‘Batı İttifakı’na havale etti. 2013’de Suriye meselesinde patriotlarla NATO başrolde olacak. Ama önümüzdeki yılın en önemli tartışma konusu bu bataryaların sadece Suriye’ye yönelik olup olmadığı.  Çünkü patriotların menzili ve yerleştirildiği yerler sanki İncirlik’in koruma altına alındığı havası yaratırken, Mart ayında Kürecik’e yerleştirilen radar üssünün de İran’a yönelik olmadığını kimse dile getirmiyor. 
Türkiye’nin denetimindeki Suriye Ulusal Konseyi,  Müslüman Kardeşler ağırlıklı bulunduğu için ana görevi Amerikan ve Katar patentli Suriye Ulusal Muhalefeti’ne devretti. Ama orada da Müslüman kardeşler hâkim. 2013 ya da önümüzdeki dönemde şuna alışmak gerekiyor: Bölgede Müslüman Kardeşler havzası oluşuyor. Bu da normal. Türkiye’de sonuna kadar destekliyor.  Türkiye’nin, alt emperyal anlayışla  ‘Suriye’yi kimseye yedirmeyiz’ yaklaşımı  2013’de biraz daha ‘paylaşımcı’ bir noktaya ulaşacak. 2013’de özellikle ABD ve Rusya’nın anlaşması sonucu Esad’ın ikna edilmesi durumunda geçiş hükümetleri tartışması artacak. Şu anda muhalifler ve rejimin birlikte oluşturacağı bu muhtemel yapı Suriye için tek kurtuluş olabilecek. 2012 Ankara’nın karşısına Suriyeli Kürtleri de çıkardı. Türkiye’nin  “Kürtler olur ama PYD olmaz” çıkışı devam edeceğe benziyor. Ancak, PYD’nin Suriye’nin bir gerçeği olduğunu bilmek için 10 yıl beklemeye gerek yok. Türkiye, Suriyeli Kürtleri Barzani’ye havale etti ama, Barzani’nin Irak’ta Maliki hükümeti ile kendi sorunları var. Ama 2013 için kesin olarak şunu söyleyebiliriz: Kürtler tarih sahnesine bölgenin önemli bir öznesi olarak yeniden ve güçlü olarak dönecek. Türkiye’yi en fazla meşgul edecek konu da bu olacak.
KÜRTLER  ‘AYRILMAYI’ DÜŞÜNECEK
2012 Irak’ta merkezi hükümet ile Kürtler arasındaki ipler koptu. Iraklı Kürtler’in  söylem bazında ilk kez bu kadar ‘ayrılığı’ telaffuz eder hale gelmesinde şii başbakan Maliki’nin payı büyük. Bu yıl Kerkük’ün güneyinde karşılıklı olarak konuşlanan silahlar önümüzdeki sene patlayabilir. Özellikle Talabani’nin yokluğunda dengenin kaybolduğu bir ortam buna çok müsait. Bir de kimin cumhurbaşkanı olacağını tartışacağız. Kesin olan ise Kürtlerden kim cumhurbaşkanı olursa olsun Talabani’nin ağırlığını taşıyamayacak. Sorunu  Başbakan Maliki yarattı. Saddamlaştı, anayasayı rafa kaldırırdı. İlginç olansa ABD’nin Kürtlerin yanında olmasına rağmen İran unsurunu göz önüne alarak Maliki’den yana tavır koymasıydı. Maliki hükümetiyle arası bozulan Türkiye  Irak Kürdistan’ıyla ilişkilerini geliştirdi ya da Irak Kürdistan’ına mecbur kaldı. Türkiye’nin bu adımı olumlu olmakla birlikte karşılıklı ‘çıkar’ın en somut örneğiydi. Bu alışverişin petrol ve enerjiye nasıl tahvil edileceği ise 2013’de daha netleşecek. Ancak hükümetin bir dönemler iddia ettiği herkesle kapsayıcı politika yaklaşımı bu yıl temelini yitirdi. Bu durum 2013’de sadece Irak değil diğer tüm ülkelerle ilişkilerde sorun yaşanacağı yıl olacak. Çünkü bu yıl Ortadoğu’daki cepheleşme turnusol işlevi gördü.
MISIR:
 İran ambargolar nedeniyle ekonomik olarak sıkışırken bir ABD müdahalesi mümkün görünmüyor. ABD yine İsrail’i frenlemek için çaba gösterecektir. Çünkü, Suriye ve Irak’ta ne olacağını bilemeyen, çok da kontrol edemeyen ABD’nin 2013’de İran’la uğraşması söz konusu değil.
2012 Mısır’da ayaklanmayı birlikte gerçekleştirenlerin kopuş yılı oldu. Müslüman Kardeşler’in gücünü bir an önce hayata geçirmek için asgari mutabakattan kaçarak gerçekleştirdiği anayasa referandumu sonrasında ülke kutuplara ayırdı. Referandum %64’le geçti ama katılım %33’dü. Şeriat kurallarına dayanan eski anayasanın yerini daha ağır bir anayasa kabul edildi. Ama sorun anayasadan çok demokratik bir olgunluk yerine çoğunluk baskısının hakim olduğu. ısır’da Müslüman Kardeşler ülkeyi yönetmesi ne kadar şaşırtıcı değilse 2013’deki seçimlerden galip çıkması da şaşırtmayacaktır. Ancak, en önemlisi bu yıl bölgedeki düzenin İsrail aleyhine değişikliğinin tescil yılı oldu. Artık eski dönemin diktatörlerinin olmadığı bir düzende gerçekleşen Gazze saldırısı, İsrail’in yeni dönemi test etmesi gibiydi. İsrail ‘Camp David düzenine dokundurmam’ derken eskisi gibi rahat olmayacağı da ortaya çıktı.  2013 bölgede pek iç acıcı geçecek gibi görünmüyor. Türkiye mi? Birçok soruna hazır olmalı. Ancak, Kürt sorunun çözümünü ötelediği oranda kendi bölgesindeki alt üst oluştan 2013’de etkilenecek. Bu kesin   

24 Aralık 2012 Pazartesi



TÜRKİYE TALABANİ’Yİ ARAR MI?

AKŞAM/ 
22.12.2102

Celal Talabani ya da Mam Celal ile ilk kez 1996 yılında bir grup gazeteciyle birlikte Süleymaniye’de karşılaşmıştık. Kürdistan Yurtseverler Birliği ile Kürdistan Demokratik Partisi yani bölgenin iki gücü o sıralarda savaşıyordu. PKK, Barzani, Amerika, Türkiye’nin iki Kürt grup arasına barış gücü yerleştirme konularında uzun uzun konuşmuştuk.  O dönem bölge açısından küçük çapta sayılabilecek bir parti ve başındaki ismin, üstelik bir Kürt olarak yıllar sonra Irak’ın başına geçeceği söylense kimse inanmazdı. Ardından 2005’deki seçimlerde yine Süleymaniye’de karşılaştık. Cumhurbaşkanı olduktan sonra fırsat buldukça gittiği Süleymaniye dışındaki Kalaçolan’daki konutunda ağırlayıp mülakat vermişti. En son iki yıl önce tam da bugün, 2010 yılının 22 Aralık günü İstanbul’da katıldığı bir toplantı öncesi kabul etmişti bizi. Sağlığı bozulduktan sonra KYB Ankara Temsilcisi Behruz Galali’den bilgi almaya devam ettim.
TALABANİ’NİN ÖNEMİ
Ancak tarih bizlere çok şey gösteriyor. Talabani bir Kürt olarak Irak cumhurbaşkanı olmakla kalmadı, bölgedeki dengeleri en iyi bilen bir politikacı olarak ülke içinde Kürtler ve Araplar arasında yapıştırıcı işlev gördü, denge unsuru oldu. Sevenleri kadar sevmeyenleri olduğu bilinir. Politikasının değişken olduğu söylenir. Ama Ortadoğu’nun kaygan zemininde politika yapmak kolay değildir. Talabani bu kaygan zeminde ayakta kalmaya çalışan az sayıdaki siyasetçiden biridir. Gerilla liderliğinden cumhurbaşkanlığına giden yolun taşları böyle döşendi. Bu nedenle 2 yıl önceki görüşmemizde PKK’ya “artık silahlı mücadele dönemi bitti” mesajını yollamıştı.
SONRASINA NE OLABİLİR?
Siyasi olarak etkin olup olmayacağını sağlığının gidişatı belirleyecek. Ama bundan sonrası için hem Kürt bölgesinde hem de Irak’ta işler eskisi gibi olmayabilir.
Birincisi, lideri olduğu KYB’de başa geçen isim onun karizması ve tecrübesine sahip olmayacak. Üstelik KYB’den kopan Goran grubu Talabani’siz bir  Süleymaniye’de etkinliğini arttırabilecektir.
İkincisi, Kürdistan Bölgesel Yönetimi içinde güçlü olan Barzani’nin etkisi daha artacaktır.
Üçüncüsü, Irak’ta yazılı olmayan mutabakat çerçevesinde Cumhurbaşkanı Kürt ve yardımcısı Sünni Arap olarak devam etmekte. Son dönemdeki Şii-Kürt çekişmesi de dahil olmak üzere birçok olayda arabulucu olmuş, gruplar arasında dengeyi Talabani sağlamıştı. Türkiye her ne kadar Cumhurbaşkanı’nın bir Sünni olması için kulis yapsa da Irak’ın dengeleri yine Talabani’ye mecbur olmuştur. Şimdi aynı makama bir Kürt siyasetçinin geçmesi zorunludur ama Talabani kadar etkili olması zordur.
Dördüncüsü ise sadece Irak içinde değil uluslar arası ilişkiler bağlamında Irak’ın Türkiye ve İran ilişkilerindeki rolüdür. Türkiye genelde Barzani’ye yakındır ama Talabani PKK konusunda birçok eleştiri almış olsa bile her daim devrede olmasında yararı olan bir politikacı konumundadır.
Önümüzdeki yıllarda karşılaşacağımız birçok olay sürpriz olmamalı. Suriye, Irak, İran derken Ortadoğu kısa vadede gerçekten çok şeye gebe. Eski kuşak siyasetçiler ya devriliyor ya da siyasetten çekiliyor. Yeni ittifaklar oluşuyor. Irak’ta sorun yaşayan Türkiye ise Talabani’siz bir Irak ve Kürt siyasetini yakından izlemek zorundadır. Çünkü bugünkü dengeler yarın bozulabilir.    

20 Aralık 2012 Perşembe




MISIR DEVRİMİ ÇALINDI MI? 



RADİKAL İKİ 16.12. 2012

Mısır 'devrimi' çalındı mı?Demokrasi zor zanaat. Sandıktan çıkabilir ama sandığı bir fetiş haline getirir, mutabakat yerine, çoğunluk adına başkalarının haklarını gözardı ederseniz, insanlar yeniden sokaklara dökülür. Mısır'da olan budur
Haber: METE ÇUBUKÇU / Arşivi
Yarın tam iki yıl olacak. O gün birçok kişiyi şaşırtan, kartopu gibi büyüyerek ilerleyen Arap ayaklanmaları, 17 Aralık 2010’da Tunus’ta başladı. Süreç o kadar hızlı gelişti ki, 25 Ocak 2011’de Mısır patladı. Tahrir meydanında -bir kısmı bugünlerde de sokaklarda olan- yüz binlerce kişi, Mübarek yönetimini devirdi. Rejimler tabii ki tamamen değişmedi; alınacak uzun bir yol var. Ama insanlar değiştirebileceklerine inandılar. Libya, Arap ayaklanmalarının kirletildiği bölümdü. Suriye ise sonu belirsiz ve bu haliyle sonu hayırlı olmayacak bir yıkıma gidiiyor. Ayaklanmaların bir aşamasında dışarıdan müdahale olduğu ortada. Bu da normal. Emperyalist emelleri olanların tarih boyunca farklı davrandığı görüldü mü? İki yıldır ciddi bir bilgi kirliliği söz konusu ve herkesin kafası karışık. Ayaklanmaların dış güçlerle tezgâhlandığından başlayan onlarca komplo teorisi mevcut. Arap ayaklanmaları bütün ülkelerde halkın ortak talepleri ve inisiyatifiyle başladı. Ancak sonuçları farklı oldu.

Diktatörleri savunanlar 

Baştan söylemek gerek: Eğer ortak talep ve inisiyatif olmadığına inanıyorsak kitlelere, kitle hareketlerine de inanmamamız gerekir. O vakit tarihsel süreçlerdeki ayaklanma ve devrimleri nasıl açıklayabiliriz ki? Diktatörlükleri halk ayaklanmalarına tercih edenler olduğu biliniyor. Üstelik emperyalist güçlerin yıllarca istikrar adına diktatörleri desteklediği bilinmesine rağmen içten içe ya daaçıktan bu görüşü savunanlar da var. Hatta bu görüşü savunanlar içinde kendilerini sözüm ona solcu olarak tanımlayanlar da bulunuyor. Gerekçeleri ise İslami hareketlerin yükseliyor oluşu. Arap ayaklanmalarını anlatan Yıkılsın Bu Düzen adlı kitabımda şu satırlar var: “ Ortadoğu ’da ‘yeni rejimler eski rejimlerin hastalıklarından’ kurtulduğu oranda demokratikleşecektir. Sandıktan çıkarak eski rejimin alışkanlıklarını sürdürenler, eski rejimin enstrümanlarını kullananlar, baskı rejimi kurmaya çalışanlar ve rejimi tamamen İslamileştirmeye çalışanlar kaybedecektir. İnsanlar artık haklarını aramak için mücadele etme cesaretini elde ettiler. Bu da Ortadoğu’da bundan böyle hem diktatörlükler hem de rejimleri İslamileştirmeye çalışan hareketlere karşı mücadele edilebileceğini göstermiştir.” İşte tüm bunlar, iki yıl önce başlayan ve hâlâ nereye varacağı belli olmayan ayaklanmaları önemli ve özgün kılıyor. Çünkü iki yıl önce kendilerine göre ‘devrim yapan’ insanlar yeniden sokaklarda kendi devrimlerinin çalındığını iddia ediyor. Mısır bunun en tipik örneği.

Mısır, yeniden 

Eğer iki yıl önce kitlesel bir karşı çıkış olmasaydı, bugün Mısır’da Devlet Başkanı Mursi’nin yöntemleri kabul görür, insanlar yeniden alanlara çıkmazdı. Müslüman Kardeşler gücü tek elde toplayıp askeri, sivil ve yargıdaki eski rejim alışkanlıklarını sona erdirmeyi amaçlarken acele ederek birlikte yola çıktığı insanları umursamadı. Ülkeyi kararnamelerle yönetmek istedi. Mecliste muhaliflerin katılmadığı toplantıda alelacele anayasa taslağını kabul edip referanduma sundu. Mursi, Tahrir’deki direniş karşısında geri adım atarak, kararname çıkarma yetkisini iptal etti ama referandumdan vazgeçmeyerek daha tehlikeli bir yola girdi. Ayaklanmaya sadece Müslüman Kardeşler gözünden bakanlara göre Tahrir’de bulunanlar, Mübarek yanlısı ve eski rejim taraftarı. Türkiye medyasını belli bir kısmında da benzer yorum ve haberlere rastlamak mümkün. Onlara göre Mursi’ye karşı çıkan herkes, Mübarek’i destekliyor. Hatta daha da ileri giderek anakronik bir yaklaşımla Tahrir’de protesto gösterisi yapanlarla Türkiye’de Cumhuriyet mitingleri düzenleyenler arasında paralellik kuruyorlar. Oysa Tahrir’dekilerin büyük kısmını, Müslüman Kardeşlerle omuz omuza direnerek Mübarek’i deviren hatta başkanlık seçimlerinde Mursi’ye oy verenler oluşturuyor. Mısır’daki bu durum turnusol kağıdı işlevi gördü. İki yıl önce ayaklanmaları heyecanla karşılayanlar, şimdi Mursi’nin yaptıklarına ve orduya tutuklama yetkisi verilmesine sessiz kalıyor. Mısır ve Türkiye’de aynı kalemler Tahrir ‘devrimcilerini’ ayakta alkışlıyordu. Oysa Mısır’da insanların sadece İslam için ayaklanmadıkları biliniyor.
Yani, Mursi’nin yanlış yapma ihtimali değerlendirmeyip, Müslüman Kardeşlere karşı çıkan herkes aynı kefeye konuyor. Öte yandan Müslüman Kardeşler hareketinin önemli bir ismi Ebul Futuh da muhalif kanatta, İhvan’ın genç kuşağı içinde Mursi’yi eleştirenler var. Demek bir an önce yetkileri tek elde toplayıp eski sistemi yeni isimlerle ihdas etmek durumu kurtarmıyor. Muhaliflerin bir kısmı referandumu boykot etmeye hazırlanırken bir kısmı hayır oyu kullanacak. Mursi, Müslüman Kardeşler ve Selefilerin oylarıyla anayasayı referandumdan geçirebilir. En önemlisi anayasa, bu haliyle geçmesi halinde, sadece içerik değil yöntem açısından da sıkıntılar yaratacak, ‘Bu bizim devrimimiz değil’ diyenler yeniden sokaklara çıkacaktır. Müslüman Kardeşler kendilerine karşı çıkanları ‘eski rejim taraftarı’ olarak suçluyor, ki bu doğru değil. Velhasıl demokrasi zor bir sanat. Hele yolun başındaysanız. Sandıktan çıkabilir ama sandığı bir fetiş haline getirir, mutabakat yerine, çoğunluk adına başkalarının haklarını gözardı ederseniz, insanlar yeniden sokaklara dökülür. Mısır’da olan budur. Ve Tahrir yolu her zaman açıktır.



İSYANIN FİTİLİNİ YOKSULLUK ATEŞLEDİ 



RADİKAL KİTAP 20.12.2012 00:05:00
// CEM ERCİYES cem.erciyes@radikal.com.tr
Mete Çubukçu, Ortadoğu'da Arap Ayaklanmaları başladığında soluğu yıllardır takip ettiği bölgede aldı. Şimdi de bütün bu tarihi süreci değerlendiren bir kitapla karşımızda: Yıkılsın Bu Düzen.
"İsyanın fitilini yoksulluk ateşledi"


Bazılarımız Arap Ayaklanmalarına baştan itibaren şüpheyle baktık. Bunun nedeni ne?
Türkiye’de belli bir kesim insan Ortadoğu’da olup bitenin, belki bazı tarihsel haklı nedenlerle, sürekli dış güçler emperyalist ülkeler tarafından yönlendirildiğini ve Arap halklarının da buna kafasını önüne eğip itaat ettiğini düşünüyor. Bir şekilde doğru, Ortadoğu 1. Dünya Savaşı’ndan bugüne bir sürü ülkenin oyun alanı. Bütün kafa karışıklığı da buradan kaynaklanıyor. Ama bir gün bir şey çıkıyor ve insanlar ayaklanıyor.

Bu ayaklanmanın içinde böyle bir komplo hiç yok mu?
Var tabii, ama bu daha sonra ortaya çıkıyor. Ayaklanmaların gidişine göre olan biteni kendi çıkarlarına göre yönlendirmek isteyen ülkelerin müdahaleleri var. Kimileri bunun bir Amerikan komplosu olduğunu savunuyor. Ben ise Amerika’nın artık dünyaya yirmi-otuz yıl önce olduğu gibi çıkarları doğrultusunda şekil verebildiğini vermek istediğini sanmıyorum. Tabii çıkarlarını kolluyor, gerektiğinde bölgede gerici lanet rejimlerle işbirliği yapıyor, ikiyüzlü bir politika izliyor. Ama sonuçta kendi çıkarlarını eski yöntemlerle kollayamayacağını biliyor. Diğer taraftan bir kesim yeni bir dünya düzeni kuruluyor algısı yaşıyor ki bu da yanlış.

Peki o ilk hareket nasıl çıktı ortaya, altında yatan güç neydi?
Bunun hemen ortaya çıkacağını ben de tahmin etmiyordum, ama Ortadoğu’yu uzun süredir takip eden insanlar orada farklı bir dinamiğin, kültürün olduğunu bilir. Belki ‘bugün patlayacak yarın patlayacak diye bir beklenti içinde değildik’, o nedenle şaşırdık biraz. Oryantalist şablonlardan gelen, Arapların miskin, dinden dolayı geri kalmış, fikri insiyatifi olmayan bilinçsiz yığınlar olarak görmek bizde çok yaygındır. Uzun bir süre diktatörlükler altında yaşayan ve dışarıdan da desteklenen bu yönetimler nedeniyle hiçbir muhalefete nefes aldırmayan bir sistemin içinde yaşadı insanlar. Kendilerini camilerde ifade etmeye çalışanlar sadece siyasi değil sosyal olarak da örgütlenebildi, ki Müslüman kardeşlerin en önemli esprisi de bu. Görünmeyen korkunç bir yoksulluk var aslında. Suriye’de, Mısır’da, Tunus’ta…

Her devrimin arkasında bir örgüt, bir lider vs. vardır. Ortadoğu’da Müslüman Kardeşler dışında böyle bir örgüt yok, onlar da bu devrimin baş aktörü olmadılar…
Tarihte bizim açıklayamadığımız bir şey vardır. Bir yerde bir fitil ateşlenir ve süreçler başlar; bunu unutmamak lazım. Araplar buna devrim diyor ama adını koyalım bu bir devrim değil. Devrim bir düzenin tamamen yıkılıp yerine yeni bir şey kurulmasıdır. İran’da yaşanan bir devrimdi, beğenelim beğenmeyelim. Bu ise bir bahar da değil, o başka bir şeydir. Baharın arkasından çok olumlu şeylerin gelmesini bekler insanlar; oysa bu hareketin ucu açık, nereye gideceği belli değil.

Bu başta örgütsüz lidersiz ve tamamıyla içinde herkesin olduğu bir kitle hareketi. Bütün bunların toplamından bir kafa karışıklığı ortaya çıkıyor. Her ülkeyi bir diğerine uyduramıyoruz. Mesela Mısır’da orta sınıfın, eğitimli gençlerin sayısının artması ama bir yandan inanılmaz bir yoksulluk ve baskının nedeniyle var olan alanın onlara dar gelmeye başlaması söz konusu. Suriye’de 2000’lerde Beşer Esad’ın başa gelmesiyle Şam baharı denilen özelleştirmeler var. Toprak özelleştiriliyor binlerce insan köylerden kalkıyor Halep’in Şam’ın varoşlarına geliyorlar. Onların derdi siyasi baskı değil, ekonomik talepler. Zaten şu altüst oluş siyaseten bir yere evrilseydi bile bu yoksulluğu çözemedikleri takdirde bu insanlar yine de ayaklanacaktı.

Bu hareketler başladığında Ortadoğu’yu izleyen bir gazeteci olarak sen ne düşündün?
Ben Mısır’daydım, döndüm üç gün sonra Mübarek devrildi. Çok heyecanlandım, oradaki insanların heyecanı beni etkiledi. İnsan profilini gördüm Müslümanlar olmayanlar, açık kapalı kadınlar. Bütün bunlar heyecan vericiydi. Ortadoğu’daki diktatörlük rejimlerine kafa tutmak kolay değil, bunlar hakikaten çok lanet rejimler. Birer korku imparatorluğu bunlar ama benim için önemli olan onların korku duvarını aşmış olmaları. Bir ikincisi bu insanlar bütün dünyaya şunu hatırlattı: Sokak var, sokakta direniş var. Sokağa çıkma denilen kavramı dünya neredeyse unutmuştu. Meydan, çadır, alanları kaplamak gibi kavramlar ortaya çıktı, bütün dünyayı değiştirmedi ama Madrid’de ABD’de onları destekleyenler oldu ve bu duyguyu tekrar canlandırmış oldular.

Devrimler yapıldıktan sonra Müslüman Kardeşler’in iktidarı ele geçireceği belli değil miydi?
Ayaklanma anlarında böyle şeyler düşünülmez. Herkes kendi talebiyle ortaya çıkar, ondan sonraki süreçler kendi dinamikleriyle ilerler. İnsanlar meydana dökülürken bir sonraki adımı düşünmezler. ‘Müslüman kardeşler gelir, o zaman biz sokağa çıkmayalım’ diye bir şey olmaz; tarihte de olmadı zaten. Evet meydana ilk çıkanlar Müslüman Kardeşler değildi. Özellikle Mısır özelinde Müslüman Kardeşler zaman zaman pragmatik davranmıştır. Daha önceden de zaman zaman orduyla bir arada olma durumları vardı. Baştan ne olacak, bir bakalım diye beklediler, ama meydana çıkanlar direndikçe onlar da bu sürecin içinde yer aldı.

Peki ‘devrimimiz çalındı’ diyenler var. Ne demek devrimin çalınması?
Özgürlük, adalet onur, daha adil bir dünya gibi temel talepler var. Bunun dışında herkesin ya da her grubun farklı talepleri söz konusu. İlk başta ortak taleplerin hayata geçmesi gerekiyordu ve çoğu hayata geçmedi. Bunun üzerine daha güçlü gruplar kendi taleplerini dayatmaya başladığında ‘devrimin çalınması’ söz konusu oldu. Dah önce benim Tunus’ta konuştuğum gençler de, tamam bir şeyler oldu ama eski rejimin polisi, askeri yerinde duruyor ve bizim devrimimiz bu değil, diyorlardı.

Mısır’da Mursi’nin yetkileri kendinde toplayan kararı, epey tepki topladı. İnsanlar yeniden sokaklara döküldü. Nasıl değerlendiriyorsun bu tavrı?
Mursi, çok aceleci davrandı. Birilerine sorarsan bunun başka bir yolu yok, çünkü vakit kaybedersen o eski rejimin yapısı ve bürokrasisi seni yer bitirir ve bir yere gidemezsin. Bir kısmıyla doğru ama diğer yandan ayaklanmayı sadece Müslüman Kardeşler yapmadı, Mısır halkı yaptı. Bu nedenle bir uzlaşma aranması lazım, aksi takdirde bir sonraki adımda çok şiddetli çatışmalar başlar. Mesela Anayasa’nın birinci maddesi ‘şeriat hükümleri’nden söz ediyor, bu eskiden de vardı ben bunu şaşırtıcı bulmuyorum. Ama hemen ikinci maddede anayasanın Sünni din adamlarına danışılarak yürütülmesi gibi bir durum ortaya çıkıyor ki işte burada sorun başlıyor. O ülkede birçok Hıristiyan var. Çatışmaların fitili tutuştu bile. Mısır’a son gittiğimde bir Müslüman Kardeşler yetkilisine ‘Parlamento sizin elinizde, Başkan’ın da sizde olması yetkiyi tek elde toplayıp tepki toplamayacak mı?’ demiştim, o da bana ‘Siz Türkiye’ye bakın’ diye cevap verdi…

O zaman sorayım, şu anda Mursi’nin yaşadığı süreç Tayyip Erdoğan’ın yaşadığına ne kadar benziyor?
Aynı değil, Türkiye ve Mısır bambaşka şeyler kıyas kabul etmez. En fazla esinlenme, örnek ülke olarak algılama bağlamından Türkiye ve Ak Parti’den söz edilebilir. Ayaklanmalardan sonraki aşamada Türkiye bir örnek olarak öne sürüldü. Batı, Amerika Türkiye’yi örnek gösterdi Müslüman gruplara; ‘Bakın sandığa giderseniz oradan çok güçlü olarak çıkarsınız ve demokratik bir düzende yaşayabilirsiniz’ dendi… Ama her ülkenin kendi özellikleri var, birbirine kolay kolay model olunamıyor.

Bu ayaklanmalar nereye gidecek, geleceğe dair tahminlerin nedir?
Kötüsünden başlayalım, Esad’ın gidişiyle bir iç savaş çıkarsa bölge uzun süre kendine gelemez. Ne bize ne bölgenin diğer halklarına önümüzdeki on yıl huzur yok, bu belli. Sonuçta sınırlar yeniden belirlenebilir, ayaklanma yaşayan ülkeler yeni ayaklanmalarla karşılaşabilir… Bir de Katar gibi petrol zengini ülkelerin de bundan muaf kalmayacaklarını düşünüyorum. İsrail’in etrafında anlaştığı diktatörlükler yok, daha islami ve halkının taleplerini karşılamak zorunda olan bir takım başka yönetimler var. Amerika’nın nasıl tavır alacağı da çok önemli. Ama son olarak şunu vurgulamak lazım, bütün bunların tamamından mutlaka etkilenecek, bütün gelişmelerin ortasında duran bir ülke daha varsa o da Türkiye; bunu unutmamamız gerek.

Türkiye’nin bölgeye yönelik dış politikasını nasıl değerlendiriyorsun?
Stratejik olarak doğru ama taktik olarak hatalı. Orta doğudaki dengeleri iyi bilmeyen orada nelerle karşılaşacağını tahmin edemeyen bir politikanın hızlı bir angajmanla bölgeye dalması söz konusu. Mesela Suriye, Libya gibi çevresini etkilemeyecek bir ülke değil, kendi başına çok özgün bir örnek. Din, mezhep, etnik grup… Etrafıyla da çok ilgili, Lübnanla, Ürdün’le, Türkiye’yle, Kürt meselesiyle… Bunların düşünülmemesi, burada hakikaten kimlerin bu oyuna katılabileceğinin düşünülmemesi Türkiye’nin hatası oldu. Türkiye acaba Suriye’de rejim yıkıldığında ne olacağını, bir Suriye Kürdistan’ı kurulma ihtimalini düşünüyor mu?

17 Aralık 2012 Pazartesi



TÜRKİYE İLE ABD’NİN ROLÜ DEĞİŞTİ Mİ?



Hayat hepimizi şaşırtabiliyor. Devletlerin bir zamanlar değişmezleri, kırmızı çizgileri, tabuları o günün koşullarına göre revize edilebiliyor, değişiyor. Sanırım değişmeyen tek şey değişimin kendisi. Türkiye’nin Kürt meselesindeki tabularının birçoğu yıkıldı. Daha halledilmesi gereken çok başlık var ama ‘Türkiye’de Kürt yoktur” noktasını çoktan aştık. Şimdi anayasal ve bireysel haklar, ana dilde eğitim, kültürel hakların iadesi hatta yerel yönetimlerin özerkliği tartışılıyor.
Hatırlayacak olursak bu kırmızı çizgilerden biri de Irak’ın toprak bütünlüğüydü. Iraklı Kürtlerin hiçbir şekilde federal yapıya kavuşmayacağı, bağımsız bir Kürt devletine izin verilmeyeceği ve Kerkük’ün  Kürtlerin inisiyatifine  bırakılmayacağı söylenirdi. Karşı görüş bildirenler ise kara listeye alınırdı.
KIRMIZI ÇİZGİ TABUSU
Ancak, Ortadoğu’daki alt üst oluş ve değişim süreci tüm taşları yerinden oynattı. Ve tabii ki siyasi realite eski kırmızı çizgilerin üzerinin tek tek çizilmesi ile sonuçlandı. Türkiye Iraklı Kürtlere sadece PKK parantezinde ve güvenlik ekseninde yaklaşarak bir şey kazanmadı. Güvenlik eksenin elden bırakmadan Iraklı Kürtlerle kurulan sosyal, siyasal en önemlisi ekonomik ilişki Türkiye son dönemdeki en olumlu adımlarından biri.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Kürtlerin akrabalarının yaşadığı Irak Kürt bölgesi ile gergin ilişki kimsenin işine yaramadı. Oysa bugün Ankara ve Erbil birbirine yaklaşmış düşmanlık zemini terk edilmiştir. Bu yakınlaşma yıllardır süren ‘Bağımsız Kürt Devleti’ paranoyasını da sona erdirmiştir. Bağımsız bir Kürdistan kurulur ya da kurulmaz bunu bize tarih gösterecektir. Ama baştan ‘olmaz öyle şey’ demek kimsenin tasarrufunda değil. Nitekim bugün gelinen noktada öyle olduğu görülüyor.
ABD’DEN UYARI

Irak’ta Bağdat’taki Maliki hükümeti ile Erbil’deki Kürt hükümeti bıçak sırtı bir durum yaşıyor. İpler kopma noktasına gelmiş gibi. Kürtler “Maliki anayasaya uymazsa ayrılığı bile gündeme getiririz” demekte. Ayrıca kendi topraklarında petrol çıkarma ve ihraç etme hakkını istiyorlar. Bunu da yapıyorlar. Ve şu anda bölgede Türkiye’nin arasının iyi olduğu tek bölge Irak Kürdistan’ı.  
Irak Kürdistan’ı topraklarındaki şu anda açık olan petrol sahalarını, yeri tespit edilen ve edilmeyen rezervleri olduğunu unutmayalım. Türkiye’nin Irak Kürtleriyle olan ilişkisinin önemli bir gerekçelerinden biri enerji gibi görünüyor. 

Ancak ,yıllarca Kürdistan’ı kurduracak denilen ABD,  Erbil yönetimini uyararak “ Irak hükümetinin onayı olmadan Irak’ın herhangi bölgesinden petrol ihracatını desteklemediklerini” belirtiyor. Ayrıca “komşu ülkelere de, tansiyonu herhangi bir şekilde artıracak bir yorum veya eylemden kaçınmaları çağrısı yapıyoruz” diyor. Sanki bu uyarı Türkiye’ye gibi görünüyor. Hatta Enerji bakanını uçağının Erbil’e’ inişine izin verilmemesi bu de bir mesaj niteliğinde. ABD sadece Kürtlerle değil merkezi hükümetle de ilişki kurun demeye getiriyor. Çünkü Maliki hükümetiyle arası olmayan, Kürt bölgesinden petrol ithal eden ülke Türkiye. Amerikalı büyük petrol firmalarıysa bu uyarıyı pek kale almamış gibi Kürt bölgesindeki petrol anlaşmalarına devam ediyorlar. Yoksa Türkiye’yle ABD’nin rolleri değişti mi? Ya da reel politik zamanla eski politikaları halının altına süpürülmesine mi neden oluyor?


AKŞAM GAZETESİ 15.12.2102


11 Aralık 2012 Salı

Kasım 2012 Cumartesi 21:51

Gazeteci gözüyle “fel yaskut ennizam!”

Gazeteci gözüyle “fel yaskut ennizam!”
 
AÇIKGÖRÜŞ KİTAPLIĞI/ MURAT GÜZEL/muratgzl@gmail.com 
 
Arap Baharı tanımlamasını reddeden, yaşananları bölgenin iç dinamikleriyle açıklayan Mete Çubukçu, kitabında ayaklanmaların nedenlerine, sonuçlarına ve süreçte yaşananlara odaklanıyor.
Tunuslu seyyar satıcı Muhammed Buazizi, 17 Aralık 2010 tarihinde Sidi Bouzid valiliği önünde kendini ateşe verdi. Amacı kendisini hırpalayan ve meyvelerine el koyan zabıtaları protesto etmekti. Ancak Buazizi’nin kendi bedeninde yaktığı ateş kısa sürede büyüdü ve önce ülkesini, sonra bütün Arap coğrafyasını kaplayacak kitlesel bir harekete dönüşt Ayaklanmalar çok hızlı ve sert bir şekilde yayıldı. “Tunus’tan Han Yunus’a kadar” bölge halkları haksızlığa, yoksulluğa, demokratik olmayan şartlara ve yaşadıkları düzene karşı ayaklandılar. Yıkılmaz denilen diktatörleri devirip, rejimleri alaşağı ettiler. Bu hareketi birleştiren yegâne emel şu sözlerde vücut buluyordu: Fel yaskut ennizam! Yani, “Yıkılsın bu düzen!”
Meydanların ruhuyla beraber
“Yıkılsın Bu Düzen” adlı kitapta yaklaşık yirmi yıldır Ortadoğu’yu yakından takip eden gazeteci Mete Çubukçu, 2010’nun sonunda başlayıp etkilerini günümüzde de sürdüren Arap ayaklanmalarını ele alıyor. Olayları tarihsel süreç içerisinde konumlandırırken isyanları yerinde takip etmiş bir gazeteci kimliğiyle objektif ve meydanların ‘ruh’unu gözden kaçırmayan bir üslupla yaşananları özetliyor, sentezliyor, yorumluyor.
İlgisini ayaklanmaların “ürettiği” sonuçlara kadar da yayıyor: Futboldan, müzikten, sosyal medyadan, sokaklardan, gündelik hayattan örnekler sunuyor. “Arap Baharı” tanımlamasını reddeden Çubukçu, yaşananları bölgenin iç dinamikleri çerçevesinde açıklama gayretinde. Dış müdahaleleri ve uluslararası konjonktürü de bakış açısına dahil ederek ayaklanmaların nedenlerine, sonuçlarına ve süreçte yaşananlara odaklanıyor.
Arap isyanlarına ilişkin Türkiye’de birinci elden gözlem ve fikirlerle örülmüş, analitik bakışa yol açıcı kaynak sayısı son derece kısıtlı. Var olan kaynaklar da büyük ölçüde süreci “kendi içinde” kavramaya dönük çalışmalar olmaktan çok, sahip olunan ideolojik ve siyasi anlayışları Arap ayaklanmaları bağlamında yeniden üretip hem ideolojik-siyasi patronajlığı yapılan grubun görüşlerinin kaba ya da incelikli haklılaştırılmasına dönük. Bu açıdan Çubukçu’nun kitabı hem gözlem yüküyle hem de geniş ufuklu bakış açısıyla Arap ayaklanmalarına dair önemli bir kaynak.

8 Aralık 2012 Cumartesi






 
Arap ülkelerinde rejimler sahiden değişiyor mu?

24.11.2012 Vatan

KİTAP YAZILARI (2) RUŞEN ÇAKIR

Arap ülkelerinde rejimler sahiden değişiyor mu?

“Kahire’nin Tahrir Meydanı’ndaki genç ‘işsizliğe’, Bahreyn’in başkenti Manama’da bulunan İnci Meydanı’ndaki kadın ‘eşit temsil edilmemeye’, Tunus’taki köylü ‘yoksulluğa’, Suriye Derra’daki gençler ‘düşüncelerini özgürce dile getirememeye’, Filistin’de bildiri dağıtanlar ‘hem yönetimlerine hem İsrail işgaline’ isyan ederken farklı taleplerle yola çıkanların birleştiği nokta rejimlerinin değişmesiydi...”
Gazeteci Mete Çubukçu, Batı’da üretilen ve bizde de benimsenen tanımla “Arap baharı” olgusunu ele aldığı yeni kitabına bu uzun cümleyle giriş yapmış. Ama şu önemli: Mete, “Arap baharı” tanımlamasıyla arasına belirgin bir mesafe koymak için “Yıkılsın Bu Düzen” adını verdiği kitabına altbaşlık olarak “Arap Ayaklanmaları ve Sonrası”nı uygun görmüş. “Çünkü” diyor, “bölgede bahar değil ayaklanmalar gerçekleşti. Çünkü ayaklanma bir dönüşümü çağrıştırır. ‘Bahar’ terimi hem ithal, hem şablon, hem gelecek açısından sorunlu. Üstelik ayaklanma –iyi ya da kötü- kitlesel bir hareketi, kitlesel bir kalkışmayı yani sosyal bir dönüşümü de içeriyor.”

Sadece gazetecilik değil

Mete, bizim kuşağımızdan, Afganistan, Filistin, Bosna, Azerbaycan, Irak, Kosova, Çeçenistan, Lübnan, Mısır, Suriye gibi kriz bölgelerinde gazetecilik konusunda çok sayıda başarılı işe imza atmış bir arkadaşımız. Onun kriz bölgelerinden sadece çatışma, savaş haberleri geçmediğini, olup bitenleri siyasi, kültürel, ekonomik, diplomatik ve tarihi açılardan ele almaya özel önem verdiğini zaten biliyorduk, bir kez daha görmüş olduk.
Mete, Tunus, Libya, Mısır, Suriye gibi ülkelerdeki ayaklanmaların ortak ve farklı noktalarını bizzat yerinde gözlemler ve söyleşilerle aktarmanın yanısıra bu ülkelerde etkili olan İslamcılar başta olmak üzere siyasi hareketler ve eğilimler hakkında doyurucu bilgi ve analizler de sunuyor okura. Arap ayaklanmalarını ana kıyaslamasını Mısır ve Suriye üzerinden yapma tercihinin de son derece isabetli olduğu kansındayım. Sonuçta onun dinamik gazeteciliğini sosyal bilimlerle yoğurması sayesinde hem son derece akıcı, hem de alabildiğine bilgilendirici ve ufuk açıcı bir kitap var elimizde.

Ayaklanmaların geleceği

Dün Mısır’da Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi “yeni firavun” ilan edip protesto edenlerle destekleyenler ayrı ayrı gösteriler düzenlediler. Bu da bize Arap ülkelerinde ayaklanmalar sonrasında neler olabileceği sorusunu bir kez daha sordurttu. İsterseniz kitaptan Mete Çubukçu’nun öngörüsünü aktarıp bu yazıyı sonlandıralım ve Yıkılsın Bu Düzen’i (Arapçası Fel Yaskut Ennizami) tavsiye edelim:
“Ortadoğu ‘eski rejimler’den ve bu rejimlerin ‘hastalık’larından kurtulduğu oranda demokratikleşecektir. Sandıktan çıkarak eski rejimin alışkanlıklarını devam ettirenler, eski rejimin enstrümanlarını kullananlar, baskıcı rejim kurmaya çalışanlar ya da rejimi tamamen İslamileştirmeye çalışanlar kaybedecektir.



5 Aralık 2012 Çarşamba


‘FİLİSTİNLİ SEVGİLİ’

Birleşmiş Milletlerdeki Filistin oylaması sonrası en güzel başlıklardan birini Akşam gazetesi attı: ‘Selam Sana Filistin’. Filistin 65 yıl sonra BM’de üye olmayan devlet olarak kabul edildi. Bunun anlamı şu: Filistin yönetimi artık BM kurumlarına üye olabilecek. Filistin 65 yıl önce İngiliz manda sisteminden sonrası BM tarafından ikiye bölündü. Bir yıl sonra İsrail devletinin işgal toprakları üzerinde kurulmasıyla Filistin sorunu dünya ve insanlık vicdanına bir hançer gibi saplandı. Alınan karar 65 yıldır kangren hale gelen yarayı iyileştirir mi bilinmez ama karar önemli. Umutlu olmak içinse erken. Yine de Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın BM kürsüsünden söylediği gibi “Filistin halkını tamamen yok etmeye çalışmalarına rağmen başaramadılar”.

ABD-İSRAİL İTTİFAKI
1947’de BM’nin taksim planı Araplar tarafından reddedildi. 1948’de İsrail kuruldu. Filistinliler topraklarından sürüldü. 1967 savaşında Araplar yenilince Filistin toprakları giderek küçüldü. Filistin toprakları her geçen yıl kemiriliyor. Filistinliler bugün Gazze dışında Batı Şeria’ta  %16’lık bir toprağa sıkıştı. Bu oran 10 yıl önce %22’ydi.  İsrail, Filistin konusunda BM’nin onca kararını umursamadı. ABD’nin kararı ‘barış sürecini zedeleyecek bir karar’ olarak değerlendirmesi ise komik. Filistin Yönetimi zayıflatan bu yaklaşım sonunda İsrail ve ABD’yi sadece Hamas’la baş başa bırakacak.
ARAFAT’IN ESERİ
1974’de Arafat nam-i diğer Abu Amar’ın BM Genel Kurulundaki konuşmasını hatırladım. Arafat o gün ‘buraya bir zeytin dalı ve bir silahla geldim. Zeytin dalının elimden düşmesine izin vermeyin’ demişti. Bu tarihi konuşma Filistin mücadelesinin uluslar arası olanda tanınması yolunda bir dönüm noktası oldu. 38 yıl sonra alınan bu karara giden yolda taşlar Arafat tarafından döşendi.   Karar öncesi Mahmud Abbas “biz bu dünyaya fazla mıyız” demiş. Yine tarihe not olarak düşülecek bir cümle. Evet, Filistinliler bu dünyaya fazla mı? İsrail neden çözüme yanaşmaz? Arap ülkeleri neden hep bahane üretip Filistin konusunda iki yüzlü davranır, hatta Filistin meselesini ellerinde koz olarak tutarlar? Bu soruların yanıtları bu yazının boyutlarını aşar. Kısa süre önce çıkan Yıkılsın bu Düzen, Arap Ayaklanmaları ve Sonrası adlı kitabımda şöyle yazdım: Filistin sorunu çözülmeden Ortadoğu sorunun çözülmesi mümkün değildir. Modern Ortadoğu tarihinin krizleri, savaşları, ikili ya da çoklu ilişkileri de bu sorun üzerinden şekillenir”.

ÇÖZÜM BİRLEŞMEDE
20 yıldır Filistin’i takip eden bir gazeteci olarak ideal olmasa bile gerçekçi çözümün 1967 sınırları üzerinde, başkenti Kudüs olan, mültecilerin makul oranda dönüş yaptığı, Batı Şeria ve Gazze’den oluşan laik demokratik bir Filistin devletinden geçtiğine inanırım. Toprağı bol olsun Edward Said iki devletli çözümün aldatmaca olduğunu söyleyerek Oslo’ya karşı çıkmıştı. Aslında haklı çıktı. Ama bir de dünya gerçekleri var. Öte yandan mesele bazılarının savunduğu gibi Filistin’de bir İslam devleti meselesi değildir. Mesele özgürlük, onur ve kendi toprakları üzerinde bir devlet kurma mücadelesidir.  İşte bu noktada artık El Fetih ve Hamas’ın yan yana gelmesi, Hamas’ın İsrail’in varlığını tanıması, İsrail’in de gerçek bir barışa yanaşması gerekmektedir. Filistin sorunu yeni bir aşamaya girdi. Ama yıllardır mücadele eden Filistin halkının önünde daha uzun yol var.  Şifresi de Mahmud Derviş’in Filistinli Sevgili adlı şiirindeki dizelerde yatıyor: Dün seni limanda gördüm/ yapayalnız, yolluksuz yolcu/Bir yetim gibi sana doğru koşuyordum/
Arıyordum sanki yaşlı anamı/ bir Filistin vardı, bir Filistin gene var.

Mete Çubukçu
1/12/2012 AKŞAM GAZETESİ


METE ÇUBUKÇU'DAN YENİ KİTAP: 'YIKILSIN BU DÜZEN' 
15.11.2012 13:14 MEDYATAVA

Yaklaşık yirmi yıldır Ortadoğu’yu yakından takip eden gazeteci Mete Çubukçu'nun Arap ayaklanmalarını ele aldığı kitabı "Yıkılsın Bu Düzen/Fel Yaskut Ennizam- Arap Ayaklanmaları ve Sonrası" İletişim Yayınları'ndan çıktı.

Yaklaşık yirmi yıldır Ortadoğu’yu yakından takip eden gazeteci Mete Çubukçu, 2010 yılının sonunda başlayıp günümüzde etkilerini hâlâ sürdüren Arap ayaklanmalarını YIKILSIN BU DÜZEN/FEL YASKUT ENNİZAM- Arap Ayaklanmaları ve Sonrası kitabında ele aldı. 

Yıkılsın Bu Düzen Mete Çubukçu’nun 4. Kitabı. Mete Çubukçu olayları tarihsel süreç içerisinde konumlandırırken, isyanları yerinde takip etmiş bir gazeteci kimliğiyle, objektif ve meydanların “ruh”unu gözden kaçırmayan bir üslupla yaşananları özetliyor, sentezliyor ve yorumluyor. Dahası, ilgisini ayaklanmaların “ürettiği” sonuçlara kadar da yayıyor: Futboldan, müzikten, sosyal medyadan, sokaklardan, gündelik hayattan örnekler sunuyor.

“Arap Baharı” tanımlamasını reddeden Çubukçu, yaşananları bölgenin iç dinamikleri çerçevesinde açıklama gayretinde. Ayrıca dış müdahaleleri ve uluslararası konjonktürü de bakış açısına dahil ederek ayaklanmaların nedenlerine, sonuçlarına ve bu süreçte yaşananlara odaklanıyor.

Kitapta şöyle deniyor: Ayaklanmalar çok hızlı ve sert bir şekilde yayıldı. “Tunus’tan Han Yunus’a kadar” bölge halkları haksızlığa, yoksulluğa, demokratik olmayan şartlara ve yaşadıkları düzene karşı ayaklandılar. Yıkılmaz denilen diktatörleri devirip, rejimleri alaşağı ettiler. Kısa sürede çığ gibi büyüyen, yalnızca Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da değil, tüm dünyada yankılarını hissettiren bu hareketi bir araya getiren, birleştiren yegâne emel şu sözlerde vücut buluyordu: Fel yaskut ennizam! Yani, “Yıkılsın bu düzen!”



PATRIOT, NATO VE PUTİN

Suriye’deki savaş sürüyor. NATO çerçevesinde Türkiye’ye patriot füzeleri yerleştiriliyor. Rusya devlet başkanı Türkiye’ye geliyor. Putin’in ziyareti son dönemdeki en önemli ziyaretlerden. Çünkü Türkiye ve Rusya Suriye konusunda iki farklı cepheyi temsil ediyor. Rusya Şam Türkiye muhaliflerin yanında. Rusya Şam’a askeri ve siyasi destek veriyor. Türkiye muhalefeti örgütlüyor, yönlendiriyor. Ayrıca binlerce mülteciye ev sahipliği yapıyor. Rusya rejim yanlıları ile muhaliflerden oluşan bir yapının öncülüğünde geçiş sürecini savunuyor. Türkiye’nin duruşu ise net: Esad gidene kadar mücadele etmek.

LİBYA BAŞKA SURİYE BAŞKA
Mart 2011’de BM Güvenlik Konseyi uçuşa yasak bölge ilan etmiş Fransa, İngiltere NATO çerçevesinde harekete geçmişti. Türkiye’de önce ‘NATO’nun Libya’da ne işi var’ deyip ardından operasyona katılmıştı.  Rusya ise uçuşa yasak bölgenin sivillerin korunması hedefinin dışına çıktığını söyleyerek protesto etmişti.  Türkiye Suriye’de artık savaşa dönüşen krizin başından bu yana yalnız kaldığını ya da bırakıldığını kanısında. Oysa işin başında uluslar arası toplumunu Libya’da olduğu gibi hareket edip kendisini yalnız bırakmayacağını düşünüyordu. Bu konuda yanıldı. Rusya BM’de geri adım atmadı ABD ve AB’nin desteği söylem düzeyinde kaldı.
TÜRKİYE’YE NATO KALKANI
Türkiye bu yalnızlığını aşmak için Suriye’den gelebilecek muhtemele tehdit ve kimyasal silah saldırılarını gerekçe göstererek NATO üyesi olarak ittifakı göreve çağırdı. Sonunda NATO Suriye’ye yönelik, savunma amaçlı patriot füze sistemini konuşlandırmaya karar verdi.  Türkiye bu adımla biraz olsun yalnızlığını giderirken Suriye meselesine NATO’yu da dâhil etti.  Bundan böyle Türkiye’ye karşı hasmane bir girişim NATO’ya yönelik kabul edilecek.Füzeler kısa vadede Suriye uçun vadede ise İran seçeneğini de düşündürmüyor değil.
Ancak Rusya bu adımdan rahatsız çünkü Suriye konusunda artık karşısındaki muhatabı doğrudan NATO gibi görüyor ve eleştiriyor. Rusya bugüne kadar BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye ile ilgili karaları engelledi. Başbakan Erdoğan’ın “kilit Rusya’nın elinde, Rusya olumlu yaklaşım sergilerse İran durumunu gözden geçirecektir derken” BM Güvenlik Konseyi’ndeki Rusya engelinden söz ediyor. İşte, tüm bu Putin’in ziyaretinde ele alınacak en önemli konu füzeler, NATO ve Rusya’nın Suriye konusundaki pozisyonu olacak. 
SORUNU TÜRKİYE VE RUSYA ÇÖZER
Bu şartlarda Rusya pozisyonunu değiştirir mi bilinmez. Ama Suriye konusunu farklı cephelerini iki önemli ülkesi. Ve Suriye’de hala bir çözüm varsa bunun anahtarının büyük oranda Türkiye ve Rusya’nın elinde. Önemli olan bu anahtarı nasıl kullanacakları. Çünkü iki ülkenin şu anki pozisyonu çözüm getirmez. Suriye giderek ‘Iraklaşıyor’; ayrışıyor ve insanlar birbirine düşmanlaşıyor. Zaten böyle giderse yakın bir zamanda ortada Suriye diye bir ülke kalmayacağı gibi birlikte yaşayabilecek bir toplum da kalmayacak gibi. Kimse de beklentisini karşılayamayacak. Bu nedenle bu ziyarette Rusya ile Türkiye’nin Suriye’de bir geçiş dönemi için ortak bir plan çerçevesinde hareket etmesi elzemdir. Bölgede İran etkisini de azaltacaktır. İki ülkenin çıkarı da buradan geçiyor. Zaten büyük ülke de böyle olunuyor.
 XXXX
Kısa bir süre önce piyasaya çıkan ’Yıkılsın Bu Düzen, Arap Ayaklanmaları ve Sonrası’ adlı kitabıma gösterilen ilgili için herkese teşekkür ederim. Bugünlerde Mısır ve Suriye’de olanları anlamak için de iyi bir kılavuz oluğunu düşünüyorum.      
 Mete Çubukçu
03/12/2012-AKŞAM GAZETESİ 


IRAK KÜRDİSTAN’IYLA ‘İTTİFAK’ YETER Mİ?



Bir dönem çevresindeki tüm ülkelerle ilişki kurma iddiasında olan Türkiye’nin şimdilerde neredeyse sorunlu olmadığı tek kesim Iraklı Kürtler. Uzun yıllar tepeden baktığı, küçümsediği hatta 1 Mart tezkeresi ile zapturapt altına almayı amaçladığı Irak Kürdistan’ı Türkiye’nin tek ‘müttefiki. Türkiye-Irak Kürdistan’ı ilişkisinde bir beis yok; hatta son yılların en olumlu adımı. Kürtlerin de Ortadoğu’da uzun yıllar sonra bir özne olarak da öne çıktığı biliniyor. Türkiye’nin, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının akrabalarının yaşadığı bölgelerdeki Kürtlerle kucaklaşması, gelecekte birlikte yaşama projeleri oluşturulması hatta sınırların görünmez kılınması önümüzdeki dönem ciddi olarak düşünülmesi gereken bir konu. Buraya kadar sorun yok. Ancak, kendi Kürt sorunun çözemeyen, topyekûn bir demokratikleşmeyi gerçekleştiremeyen Türkiye’nin hem Irak Kürtleriyle birlikte olması hem de bölgede örnek ülke olma iddiası ne kadar gerçekçi? Ya da soruyu şöyle sorabiliriz: Kendi Kürdüyle kavgalı hatta vekilini cezaevine göndermeye niyetlenen bir Türkiye’nin Iraklı Kürtlerle ittifakı ne kadar gerçekçi ve inandırıcı olabilir?

IRAK KÜRDİSTAN’I VE SONRASI
Bu uzun girizgahın serencamı sıfır sorun politikasından bugün gelinen nokta ve Irak’taki Maliki hükümetiyle Iraklı Kürtlerin karşı karşıya gelmesi. Çünkü bir dönem Irak’ta her kesimle ilişkisi olan Türkiye bugün sadece Kürtlerle ilişki kurabiliyor. Politikasını da Iraklı Kürtlerle birlikte yürütmek zorunda. Tarihin bir cilvesi Türkiye’yi Iraklı Kürtlere, Iraklı Kürtleri de Türkiye’ye zorunlu kıldı. İyi de oldu.

Zaten, Radikal İki’de yazılarımda ‘Türkiye’nin sıfır sorun politikası iyi ama sadece Türkiye’nin niyeti yetmez’ derken bugün gelinen noktayı kastediyorduk. Bu nedenle Türkiye’nin etrafındaki coğrafyada gelinen noktanın iki ana nedeni mevcut: Birincisi, Arap ayaklanmalarının devamı olan Suriye’deki durum, ikincisi, Türkiye’nin farklı dengeleri hesaba katmadan, dağınık, gücünün ötesinde ve kaldıramayacağı fazlalıkta, abartılı bir retorikle politika yürütmesi. Şu an itibariyle Türkiye Irak merkezi hükümeti köprüleri atmış durumda. Türkiye, Tahran, Bağdat ve Şam ekseninde Sünni politikaları önceleyen bir ülke olarak algılanıyor. Irak’ta son haftalarda gerginlik doğrudan Türkiye’yi ilgilendirmiyor gibi görünse de Türkiye Irak Merkezi hükümeti ile Iraklı Kürtler arasındaki çekişmenin merkezinde. 
İşlerin bu noktaya varmasında Bağdat’ın payı büyük ama Ankara’da bu durumdan muaf değil. Irak Başbakanı Maliki anayasayı ihlal ederek Saddam Hüseyin benzeri bir çizgiyi tercih ederek içişleri, savunma gibi önemli iki bakanlıkla merkez bankasını kendisine bağlarken, yargı üzerinde baskı oluşturdu. Sünni kökenli Cumhurbaşkanı Haşim’i idama etti. Türkiye Haşimi’ye sığınma hakkı verdi ve AK parti kongresinde konuşma bile yaptı. Ankara ve Bağdat Suriye konusunda karşılıklı ağır ithamlarda bulundu. Maliki yönetimi Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Ağustos ayında Kerkük’ü ziyaretini, kendilerine haber verilmediği gerekçesiyle egemenlik haklarının ihlali olarak değerlendirdi. Ayrıca normal bir vatandaş olarak Türkiye’den Irak Kürdistan’ına vizesiz gidip Kürdistan topraklarında rahatça dolaşılabilirken Kerkük dahil Irak’ın diğer bölgeleri için vize almanız gerekiyor. Bu yıl hac mevsiminde yüzlerce hacı adayı Irak Kürt bölgesinden giriş yaptığı için geri dönmek zorunda bırakıldı.

PETROLÜN ROLÜ VE KERKÜK
Ankara, Irak Kürdistan’ından ham petrol ithal etmeye başladı. Merkezi hükümet bunu anayasa aykırı olduğunu söylüyor. Kürtlere göre bu normal çünkü kendi bölgesindeki petrolü kendilerini çıkarabileceğini söylüyorlar. Irak Kürdistan’ında günlük 200 bin varil petrol üretiliyor. Türkiye’nin üretimi ise 70 bin. Irak Kürdistan’ı ile Türkiye arasındaki 300 kilometrelik boru hattının 70 kilometresi bitmiş durumda. Merkezi hükümet ise buna misilleme olarak TPAO’nun lisansını iptal etti. İki ülke arasındaki ticaret 12 milyar dolar. Maliki yönetimi Türk şirketlerine ambargo koyup iş vermemeye başladı. Bu da Türkiye’nin giderek Kürt bölgesine çekilmesi anlamına gelecek. Kürtlerle Maliki’ye bağlı askerlerin (Irak ordusu değil) Kerkük’ün güneyindeki Şii Türkmen kenti Tuzhurmatu’de karşı karşıya mevzilenmesi asıl can alıcı konuyu da gündeme getirecek. Irak Kürdistan’ı Kuzey Irak denilen ve sadece Erbil ve Süleymaniye’den oluşan bölge değil. Kürtler şu anda itilaflı olsa bile Musul’a kadar olan bölgeyi kendi sınırları olarak kabul ediyorlar. Bu henüz anayasal olarak karara bağlanmış değil ama Kerkük de bu sınırlar içinde. Türkiye bugüne kadar Kerkük’ün Kürtlerin yönetimine verilmesine karşı çıkan Arap-Türkmen görüşünü savunuyordu. Kürtler ise Kerkük’ün Arap-Kürt-Türkmenler tarafından ortaklaşa yönetilebileceğini ama Kürdistan sınırları içinde kalmasını talep ediyor. Peki, Bağdat hükümetiyle köprüleri atan bir Türkiye bugüne kadar savunduğu tezi ne yapacak? Kerkük konusunda kiminle birlikte hareket edecek?

Suriye, İran derken Irak’taki bu kaygan zemin Türkiye’nin Ortadoğu politikasında bazı konuları hesaplamadığını ya da mevcut duruma göre ani politika değişikliğine gittiğini gösteriyor. Bölgede sınırların yeniden çizileceği yıllara doğru ilerliyoruz. Türkiye’nin her durumu ‘sıfır sorun’, ‘oyun kurucu’, ‘oyun bozucu’, gibi tanımlamalarla sürekli kavramsallaştırma çabaları inandırıcı olmaktan uzak. Bu henüz bir omurganın oluşmadığını gösteriyor. Türkiye’nin herkesle eşit mesafe politikasından vazgeçmemesi, ama hepsinden önemlisi, laik demokratik yapısıyla örnek olması gerekiyor. Bu, Iraklı Kürtlerle ‘ittifak’ yaparken BDP milletvekillerini Meclisten çıkarmaya çalışmakla  gerçekleşmez.

Mete Çubukçu 2/12/2012 RADİKAL İKİ