25 Ağustos 2013 Pazar


MISIR’DA YALNIZLARI OYNAMAK

RADİKAL İKİ      25.08.2013

 

Mısır’da darbe sonrası Türkiye’yle Mısır ilişkilerindeki gerginlik en üst düzeyde. Türkiye darbeye karşı ‘ahlaki’ açıdan haklı olarak karşı çıkarken bu ülkeyle köprüleri giderek atıyor.  Darbeye ve cunta yönetimine karşı çıkmaya kimsenin itirazı yok. Öte yandan ilişkilerin kopma noktasına gelmesi Türkiye’nin kendi iddiası ile çeliştiğinin son kanıtlarından biri. Birkaç yıl önceki bu iddianın temelini ‘herkesle ilişki kurabilen’, ‘arabuluculuk’ yapabilen bir ülke olmak oluşturuyordu. Son olarak Mısır darbesiyle birlikte bu iddia da tarihe havale edildi gibi. Diplomatik ilişkilerin kötüleşmesi bir yana Mısır konusunda hükümetin kullandığı ağır retorik ileriye yönelik ilişkilere de darbe vuracak nitelikte.

Birkaç yıl önce sokaklarında gazeteci ya da vatandaş olarak rahatça dolaştığımız ülkelerin sayısı artık giderek azalırken, bu ülkelere Türkiye’den giden biri olmak bizzat hedef haline gelmekle eş anlamlı hale geldi. Mısır’da Türkiyeli gazeteciler gözaltına alınıyor, haber ajanslarının büroları basılıyor. Mısır’a gitmek isteyen gazetecilere akreditasyon verilmiyor. Bunlar cuntanın kendi doğasından kaynaklanan hareket tarzları. Ancak Türkiye’yle ilişkilerde gelinen noktayı da gösteriyor. Oysa her zaman belli kanallarını açık kalması gerekli. Diplomasinin biraz da kamuoyunun gözlerinden uzakta, farklı kanallarla yapıldığını ve ince bir iş olduğunu düşünecek olursa, Ankara son dönemde bunu bizzat açıktan, her adımı kamuoyuna ilan ederek sanki dış politikadaki sıkıntısını içeriye tahvil ederek aşma çabasında. Amiyane tabirle dünyada ‘tribünlere’ ve içerideyse ‘kendi tabanına’ dış politika yapıyor gibi.

 

Dışişleri Bakanlığı Mısır’la hala bir bağ varmış gibi davransa da durum pek öyle görünmüyor. Türkiye’nin Kahire Büyükelçisi uzun bir süre geri dönmeyecek. Mısır üzerinden Türkiye okumalarıysa yararsız görünüyor. Sıkışan dış politikanın içeriye tahvil edilerek konsolide edilmeye çalışılması da doğru değil. Çünkü Türkiye ve Mısır farklı örnekler, farklı dinamikler. Ama pratikte ironik durumlar da yok değil. Cunta yönetimi Kahire’deki meydanlarda toplanmalara izin vermeyeceğini söylüyor, camiye sığınanları gaza boğuyor, camiden çıkanları tutukluyor. ‘Cami’de içki içildi’ gibi dezenformatif haberler yayıyor. Dışişleri Bakanı Davutoğlu “Cumhurbaşkanı Mursi ile görüşmek için gizli diplomasi yürütüyoruz” dese de  karşılıklı sürdürülen ağır retorik savaşı buna izin verecek gibi değil. Bu arada darbeden önce MİT Müsteşarının Mursi ile görüştüğünü de öğrenmiş bulunuyoruz. Bir ülkenin istihbarat biriminin en yetkili isminin diğer ülkenin cumhurbaşkanı ile olan görüşmesi normal olmamakla birlikte bunu iki ülkeni darbe öncesi iyi ilişkilerini yorabiliriz.

MISIR CUNTASI KUYUSUNU KAZIYOR AMA

Mısır’daki cunta insanları öldürüyor; insanlık suçu işliyor. Ancak, Mısır cuntası buna alışkın. Türkiye’de bilinmeyen bir nokta ise Mısır toplumunun neredeyse yarısının bu duruma sessiz kaldığı Yani ülkenin yarısı neredeyse cuntayı destekliyor. Müslüman Kardeşler direniyor ancak cuntanın bundan böyle barışçıl eylemcileri öldürmekten geri durmayacağı açık. Böyle bir cuntaya karşı durmak ama öncelikle insanların katledilmesini önlemek ya da direnişi farklı yöntemlerle devam ettirmek gerekiyor. Bunun yolu ölümleri araçsallaştırmadan, direnişi tüm ülkeye yayarak, cuntayı şaşırtacak, ülkeyi kilitleyecek farklı eylemlerden geçiyor. Eylem yapmanın bin bir çeşidi var.

Çünkü, cunta her türlü yolla darbe karşıtlarını öldürmekten çekinmiyor. Müslüman Kardeşleri farklı bir noktaya çekip gayri meşru hale getirmeye çalışıyor; silaha sarılmaya zorluyor. Bu noktadan sonra Müslüman Kardeşler yönetiminin yeni bir durum değerlendirmesi yaparak bir sonraki sürece hazırlıklı olması gerekiyor. Bu da öldürmeye her zaman hazır olan cuntanın elindeki bu kozu elinden alarak, yeni bir yol bularak gerçekleşir. Zaten Mısır cuntası bu haliyle giderek yalnızlaşacak. Giderek zayıflayacak. Ancak bu dünyadan gelecek tepkiler kadar içerideki güçlerin organize olmasıyla mümkün. Özellikle Hüsnü Mübarek’in serbest bırakılması, cuntayı başlarda ses çıkarmayan ya da cuntanın Mursi karşıtlığını ‘kullandığını’ düşünenler de Müslüman Kardeşler’le birlikte cunta rejimine karşı mücadele başlayacaktır. Çünkü 2.5 yıl önce Mübarek’i devirmek için meydanlara çıkanların bir kısmı Mübarek’in serbest bırakılmasını sessiz kalmayacaktır.

Bu noktada Türkiye’nin işi, cuntayı meşrulaştırmadan farklı kanallardan iletişim kurup arabuluculuk yaparak bölgede azalan şansını arttırmak. Aksi halde Türkiye giderek yalnızlaştırıyor, Mısır’da herhangi bir muhatap bulmakta zorlanıyor. Türkiye’nin ‘dostları’ olan Suudiler, Katar, Emirlikler bile ortada görünmüyor. Türkiye’nin Sünni eksenli hatta ondan da öte İhvan hattında bir dış politika yürüttüğü algısı bölgede yerleşmiş durumda

Türkiye darbeye karşı çıkmak ama Mısır’daki iddiasını sürdürmek, Müslüman Kardeşlerin darbe dönemini en az zararla atlatmasını istiyorsa biran önce haklı çıkışını gerçekçi bir politika ile sürdürmek zorunda.

18 Ağustos 2013 Pazar


PİLOTLAR DIŞ POLİTİKA 'KURBANI' MI ? 

Radikal İKİ \ 18.08.2013

Beyrut'ta iki THY pilotunun kaçırılması yine aynı soruyu gündeme getirdi:"Bir süre önce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının sokaklarında güvenle dolaştığı, muhababetle karşılandığı Ortadoğu'da ne oldu da bazı yerler can güvenliği bile kalmadı". Eski paradigma ile hareket edenlere göre olan biten hükümetin Ortadoğu politikasının sonucu. Ama onlar zaten kategorik olarak tüm Ortadoğu politikasına karşı; hiçbir şeye bulaşmamam yanlısı. Hükümet cephesi ise Beyrut'taki kaçırma olayı dahil olmak üzere son dönemdeki gelişmeleri 'bölgede Türkiye'nin yükselişini engellemek isteyenler'e bağlıyor. Bu satırların yazarına göreyse " dış politika yapıcıların ön görüsüzlüğü, bölgeye yönelik bilgi ve tecrübe eksikliğiyle birlikte mezhebi bir emperyal bakışın vardığı noktadaki tıkanma". İKİ HAFTA ÖNCE TÜRKİYE'NİN SOMALİ'DEKİ BÜYÜKELÇİLİĞİNE YÖNELİK SALDIRI DAHA KORKUNÇ SONUÇLANABİLİRDİ. SALDIRIYI EL KAİDE BAĞLANTILI BİR ÖRGÜT ÜSTLENDİ. ANCAK, BU DURUM SANKİ  ANKARA TARAFINDAN GEÇİŞTİRİLDİ,  MEDYADA FAZLA YER ALMADI.  

HER SORUNDAN PAY ÇIKARMAK 

Ancak, yer Lübnan ve kaçırılanlar pilot olunca olayı geçiştirmek mümkün değildi. Üstelik, bu Lübnan'daki ilk kaçırılma olayı değil. Türkiye , son iki yılda bölgede her  yönetim ve ülkeye eşit mesafede yaklaşma iddiası taşıyan, hemen her olayda arabulucu olmaya çalışan bir ülke olmaktan çıkarak, hedef haline gelen, hem yönetimler hem de halk nezdinde kredisini azaltan birbülke görünümünde.

Artık kriz anlarında bırakın krizin taraflarıyla görüşüp sorunları daha yumuşak metodlarla çözmek, bizzat taraf olup krizleri derinleştiren ülke olarak algılanıyor. Ankara, hali hazırda bölgede  Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve Hamas dışında hemen herkesle sorunlu. Bu iki yapı da devlet değil. Türkiye  Mısır'da haklı olmakla birlikte tam bir taraf. Suriye'deki politikanın 'başarısı' ortada! Türkiye'nin İnsani yardım konusundaki duyarlılığı önemli ama hatalı bir siyasi angajmanla kontrolü elinden kaçırmış durumda; mezhep politikası yapıyor. İnsani yardım konusundaysa Kürt cephesi söz konusu olduğunda çifte standartını devam ettiriyor. İran'la gerginlik şekerrenk devam ediyor. Lübnan'da Suriye savaşına bağlı olarak ülkenin yarısı Türkiye'ye diş biliyor. 
Dış politika yapıcıları bu durumadan da kendilerine bir pay çıkarıp ' büyük ülke olmanın başağrıları' diyebilir. Eskiden Amerikalı, fransız gibi yabancıların kaçırıldığı bölgede Türkiye'nin " emperyal bir güç olarak algılanması' hoşa gidiyorsa diyecek bir şey olamaz. 

Gelelim Lübnan'daki pilotların kaçırılma meselesine. THY pilotlarının kaçırilması hem Türkiye'nin yukarıda çizmeye çalıştığımız dış politikasından hem de Lübnan'ın kendine özgü politik atmosferinden kaynaklanıyor. Lübnan yıllardır nüfus sayımı yapılmayan bir ülke. Ancak, Şiilerin en kalabalık grup olduğu biliniyor. şiilerin en büyük temsilcisi ise siyasi ve askeri açıdan Hizbullah. Kendi egemenlik alanındaki bölgelerde bu arada havaalanında Hizbullahtan habersiz kuş uçmaz. 

Öte yandan Şiiler içinde aşiret yapıları da güçlü. Hizbullah aşiretler üzerinde etkili olsa da aşiretler bazı olaylarda bağımsız hareket edebiliyor. Şu örnek, durumu daha net açıklayabilir:  Türkiye'nin Suriye'de doğrudan taraf olmasından önce böyle bir olayın meydana gelmesi pek mümkün değildi. Türkiyenin Hizbullah'la olan bağlantısı nedeniyle aşiretler böyle bir kaçırma işine girişemez, girişse bile Hizbullah kısa sürede sorunu çözedi. Ama Bölgenin birçok ülkesinde oluğu gibi Lübnan'da da Türkiye'nin mezhep siyaseti yaptığı algısı hakim. 

THY pilotları, daha önce Suriye’de kaçırılan ve Özgür Suriye Ordusu’nun elinde bulunduğu varsayılan 9 Lübnanlı Şii vatandaşın serbest kalması talebiyle kaçırılmış durumda.  Kaçırma olayı  sadece Suriye ve Lübnan’daki Şii-Sünni çatışmasının sonucu değil. Türkiye’ye Suriye muhalefeti ve Sünniler üzerinde bir güç olarak görülüyor. Yani Türkiyenin taraflılığı ve mezhebi vurgusunun altı çiziliyor. Pilotları kaçıranlar aslında örgüt de değil. 'İmam Rıza'nın Ziyaretçiler' denilen ve Suriye'de tutulan Şii hacıların kurtarılması için kurulmuş ve bu olaya özgü bir aşiret yapılanması. Türkiye Suriye'de kaçırılan bu hacı grubunun kurtarılması için gücünü kullanamıyor. Bu nedenle pilotların  geri getirilmesi için İran'ın Hizbullah üzerindeki etkisine ihtiyacı var. Bekka Vadisinde tutulduğu söylenen pilotlar geri getirilecektir ama bu kısa bir Süre önce olduğu gibi Hizbullahla kurulan bağlantı iyi ilişkiler üzerinden değil İran aracılığıyla mümkün olabilecektir.

 Yani bu önemli olay Lübnan özelindeki bir meseleden kaynaklanıyor gibi görünse de bugün Ortadoğu'da Suriye savaşı nedeniyle oluşan güç mücadelesinin bir sonucu. Hep söylediğimiz gibi Lübnan Ortadoğu'nun minyatürü gibidir ve vekalet savaşları hala bu ülke üzerinden yapılmaktadır. Ancak Türkiye bu politikasını devam ettirdiği sürece daha büyük sıkıntılar yaşanması ihtimal dışı olmayacaktır.
Türkiye'nin 2006'da İsrail'in Lübnan'a saldırısı sonrası kurulan BM Barış Gücü'ndeki askerlerini geri çekme kararı - karar önceden alındı dense de- Lübnan'ı artık riskli görmesi ve politik olarak gelecek göremesinin sonucu gibi. 
Netice olarak, Türkiye'nin tüm bölge politikasını yeniden gözden geçirme zamanı gelmiştir. Aksi takdirde geç kalınacaktır. 

11 Ağustos 2013 Pazar


ROJAVA POLİTİKASINI BARIŞ SÜRECİNE PARALEL YÜRÜTMELİ

ZEYNEP KURAY-İstanbul

Rojava’da El Kaide bağlantılı El Nusra Cephesinin sivilleri katlettiği iddialarını ANF’ye değerlendiren Gazeteci-yazar Mete Çubukçu, Türkiye’nin  eski Kürt politikasından ve söyleminden  vazgeçmesi gerektiğini belirtti. Kürtlerin Ortadoğu’da önemli bir özne olarak tarih sahnesine yeniden çıktığını ve Esad rejimi olsun ya da olmasın eski pozisyonlarına dönmeyeceklerini hatırlatan Çubukçu, Türkiye’nin Rojava politikasını barış sürecine paralel olarak yürütmesi gerektiğinin altını çizdi. Çubukçu, dostluk, kardeşlik, komşuluk, barış ve akrabalık temelinde Suriye’li Kürtlerle geleceği birlikte kurmanın Türkiye’nin çıkarına olduğuna dikkat çekti. İnsani yardım için Türkiye’nin sınır kapılarının hala açılmamasına Çubukçu, “200 bin Suriyeliyi misafir eden Türkiye, herhalde oradaki Kürt akrabalarını bu şekilde bir insanı yardımdan yoksun bırakmayacaktır diye düşünüyorum. Bırakmamalı da” dedi

-Rojava’ya yönelik son saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Rojava’da hem Suriye’deki savaş hem de Türkiye’nin Suriye politikası açısından hiç tahmin edilmeyen bir noktaya gelindi. Özellikle Suriyeli Kürtlerin üçüncü yolu tercih etmesi ve yine Suriye Ulusal Kürt muhalefetinin başından beri Suriye ulusal muhalefeti tarafından dışlanması sonucu Suriye Kürtlerler Suriye muhalefetine mesafe koydu. Çünkü Kürtlerin talepleri Suriye muhalefeti tarfından kabul edilmedi, hala da öyle. Türkiye başından beri Suriye muhalefetinin Esad rejimini kısa vadede devireceğini düşünüp, Suriyeli Kürtleri çok fazla dikkate ve kaale almadı. Ancak, Rojava’daki Kürt kentlerinde Kürt partileri yönetimleri ele geçirip El Nusra gibi örgütleri bazı noktalardan geri püskürtmesi, yeni bir yönetim tarzı ortaya koyması Türkiye’yi bir seçime zorladı. Türkiye de görece politikasını değiştirdi. Suriye’deki Kürtlere tamamen yaklaşmasa bile en azından PYD Lideri Müslim ‘i davet ederek zımni bir tanıma noktasına gitti.  Gayri resmi temaslar atrık resmileşti. Bu hem Türkiye hem de PYD açısından önemli  bir gelişme. Ancak Türkiye’nin hala Rojava ve PYD konusunda net bir tutumu yok. Biraz Nusra ve PYD güçlerinin çatışmasının sonucunu bekler gibi duruyor. Nusra’ya karşı tam bir cephe almış değil, resmi yetkililerin El Nusra’ya karşı bir takım açıklamaları da olsa pratikte pek bir şey değişmiş gibi görünmüyor.

NUSRA’YA DOĞRUDAN OLMASA DA DOLAYLI YARDIM GİDİYORDUR

-Türkiye’nin El Kaide bağlantılı El Nusra cephesine silah temin ettiği ve buradaki kamplarda tıpkı Özgür Suriye Ordusuna verildiği gibi Nusra’ya da eğitim verildiği söyleniyor. Ancak Dışişleri Bakanı bunu yalanlıyor. Bu yalanlama size inandırıcı geliyor mu?
Türkiye’nin Suriye muhalefetini siyaseten ve askeri olarak desteklediği başından beri biliniyor. Bu durum resmi yetkililerce de teyit ediliyor. Antep’te, İstanbul’da, Siirt’te siyasi ve askeri bir takım toplantılar yapılıyor. Nusra cephesine yönelik silah yardımı ya da Nusra elemanlarının Suriye sınırından Türkiye’ye girip çıktığı iddiaları çok yoğun. Daha çok Batı basını üzerinden bu iddiaları okuyoruz. Çok net olarak da reddedilmiş değil. Dışişlerinin sizin de belirttiğiniz gibi El Nusra’ya destek olmadıkları yönünde birtakım açıklamaları var, ama genel bir açıklamaya şu ana kadar rastlamadık. Burada şöyle bir durum var, Türkiye Özgür Suriye Ordusunu (ÖSO) açıkça destekliyor, ÖSO’ya silahlar, paralar gidiyor. Muhtemelen Suriye’deki silah ve para paylaşımında bir kısmı doğrudan olmasa bile, dolaylı bir biçimde Nusra’ya gidiyor. yanda Nusra cephesi bunlara el koyuyor. 

TÜRKİYE ESKİ KÜRT POLİTİKASI VE SÖYLEMLERİNDEN VAZGEÇMELİ

- AKP hükümetinin PYD Eşbaşkanı Salih Müslim’i İstanbul’a çağırarak görüşmesi bir oyalama ve hakimiyet kurma taktiği mi, yoksa Türkiye’nin Kürt politikasında bir değişikliğe mi işaret ediyor?

Bu bakış açısına göre değişir. Ama ben şöyle algılıyorum; PYD Serêkaniyê ‘ye YPG bayrağını ilk astığında bir tepki oluştu. Sanki Türkiye PYD’yi o bayrakla hatırladı, halbuki o bölgede PYD ve Kürtler vardı ve bir takım bölgelerde hakimiyet kurmuşlardı. Türkiye eski Kürt politikası ve Kürt söylemini Suriye’de de uzun süre devam ettirdi. Nedir bu söylem? Irak Kürdistan’ında yıllar önce uygulanan “Orada bir bölge oluşturtmayız, de facto duruma izin vermeyiz “ türünden o dönemki siyasi anlayışın devamı olan bir söylem. Ancak kırmızı çizgi olarak adlandırılan bu çizgiler tam olmasa bile yumuşatılmak zorunda kalındı. Çünkü birinci olarak, barış süreciyle ilintili bir mecburiyet karşısında kaldı Türkiye. İkincisi özellikle Suriye’deki Kürt bölgesindeki Kürtlerin yavaş yavaş ilerleyişini de görmezlikten gelemedi. PYD Eşbaşkanı Salih Müslim’in Türkiye’ye çağrılması bazıları tarafından Türkiye’nin onu hizaya getirmesi gibi algılanırken, diğer taraftan aslında bu resmi olarak PYD ile bir ilişki kurmaydı ve bir yumuşamaya işaret ediyordu, ama Türkiye’nin politikasında büyük bir değişiklik olduğunu da göstermez. Bu diyalog aslında olumlu bir gidişat. Şu da var: PYD ve El Nusra Cephesi arasındaki çatışmaya karışılmıyor, sanki birbirlerini vurmaları isteniyor algısı da hakim. Ancak Türkiye’deki barış süreci, Suriye’deki Kürtlerin varlığı Türkiye’yi bir şekilde eski politikasından vazgeçmeye zorlayacak gibi görünüyor. Bir müzakere söz konusu. Bu konuda ne kadar çabuk adım atılırsa, eski politikalardan ne kadar çabuk geriye dönülürse o kadar hayırlı olacak. Çünkü Türkiye’nin geleceğinin ve politikasının El Nusra ile değil Kürtlerle barış, kardeşlik, komşuluk, akrabalık temelinde oluşacağını düşünüyorum.
-Dün Rojava’dan çekilen Baas rejiminin bugün Kürt köylerini bombalamasını nasıl okumalı?
Suriye’de rejime karşı savaşan hiçbir gücün rejime güvenmemesi gerekiyor. Kim olursa olsun rejime karşı savaşan, rejim karşısında sağlam durması gerekiyor. Bu en son bahsettiğiniz durumda aslında rejim askeri gücünü bölmemek için bölgeyi terk etmişti; toparlandığı zaman, kendini o tarafta güçlü hissettiğinde bu defa başkalarına inisiyatifi bıraktığı bölgeye yöneldi. Dolayısıyla bu konuda çok dikkatli olmak, alarmda olmak gerekiyor.
- Rojava’da katliam yaşanırken ve ağır ambargo altındayken Güney Kürdistan’ın sınır kapılarını açmaması ne anlama geliyor?

Suriye sürecinin başından bu yana ve Kürt muhalefetinin Erbil’de toplanmasıyla Irak Kürdistan Bölgesi kendi tavrını koydu. PYD’ye rejime karşı direnin, barışçıl bir şekilde direnin, bir saldırı olmadıkça karşı koymayın gibi telkinlerde bulunuluyordu, PYD’ye belli bir mesafesi vardı ve Türkiye ile birlikte politikayı normal bir biçimde götürüyorlardı. Ama son dönemde Türkiye’nin PYD ile bağlantı kurması, Barzani’nin Ankaraya ziyaretiyle durum biraz değişti.
-Nasıl değişti?
Irak Kürt Bölgesinin kendi içinde ve Irak ‘ta zaten çok ciddi sorunları var. Irak merkezi hükümetiyle problemi büyük, orada istikrar sağlayamıyorlar. Merkezi hükümetin ordusuyla karşı karşıyalar, diğer bir yandan petrol anlaşmaları var. O nedenle tam bir tavır alamıyorlar. Diğer yandan da Suriye’de durumun netleşmesini görmek istiyorlar. Kendilerine yakın 11 Kürt partisi var lakin PYD siyasi ve sskeri olarak daha güçlü. Irak Kürdistan Yönetimi ilk başlarda PYD'ye mesafeli davrandı. Barzaniye yakın Kürt partileri Suriye’de yeterince güçlü değil. Yani biraz liderlik kavgası yaşandı. PYD şu anda duruma hakim gibi.  Dolayısıyla Irak Kürt yönetimi Suriye’de hem tam bir tavır koyamadıl hem de tam bir hakimiyet kuramadı. Şimdilerdenise durum biraz daha yumuşayacak gibi. Irak Kürt yönetimi PYD'yi dışlamamalı, PYD'de de Irak Kürt yönetimini dikkate almalı. Çünkü birbirlerine ihtiyacları var, siyasaten ayrı düşünseler bile Ama mutlaka insani yardımların ulaşması için sınır kapılarını açmaları gerekir.
KÜRTLER ARTIK ESKİ POZİSYONUNA DÖNMEYECEKTİR !
-Batılı ülkelerin Rojava’da 1 haftayı aşkın süredir yaşanan katliamlara sessiz kalması nasıl okunmalı?
Burada Avrupa Birliği’nden Türkiye’sine tüm devletler, herkes kendi oyununu oynuyor. Eski emperyal kavga vekalet savaşları aracılığınile farklı bir biçimde yürütülüyor. Burada da tabii farklı dinamikler söz konusu. Ayaklanmalarla başlayan bu 2.5 yıllık süreçte Kürtler tekrar Ortadoğu’nun en önemli öznesi olarak yeniden tarih sahnesine çıktılar. Kürtleri 1 Dünya savaşı sonrası paylaşimda olduğu gibi es geçemezler.  Burada Arap-Kürt dengesi de önemli bir unsur onu da unutmamak gerekir. Bütün bu yaşananlardan sonra hem Irak Kürdistan’ında hem de Suriye Kürdistan’ında şunun çok iyi bilinmesi gerek: Eğer Araplar ve Kürtler birlikte yaşayacaksa bu ya özerk bölge ya da federatif bir yapı içerisinde olacaktır. Sonuçta yıllardır ya da on yıllardır gelen karşılıklı bir güvensizlik söz konusu. Esad olsa da olmasa da Kürtler artık eski pozisyonlarına dönmeyecektir. Esad’sız bir Suriye’de de bir Arap-Kürt Cumhuriyeti ya da Irak’a benzer bir yapılanma olacaktır. Diğer ülkelerin tavrına gelince, herkes kendi çıkarına göre hareket edecektir. Kolay bir süreç değil. Dikkatli, kararlı olmalı, dengeler dikkat etmeli. Çünkü kaygan bir zemindir bu. Suriye'nin geleceği Kürtlerle Arapların özgürlüğünden, demokratik, eşit ve ögür gerekiyorsa özerk bölgelerden geçer. Kimse kimseye etnik, mezhebi ve dini zorlamada bulunamaz. Bu yüzden Belli bir mezhebi, dini ya da etnik kimliği zorlayaak yei bir suriye kurulamaz. 

-Peki bugünkü gidişata baktığımızda bir Arap-Kürt savaşına doğru giden tehlikeli bir süreç sezinleniyor mu?

Evet öyle bir sezinleme var aslında. Çünkü rejim güçlense ve Kuzeye doğru hamle yapsa Kürtlerle savaşacak. Burada birkaç cepheli savaş var. Nusra’nın PYD’ye saldırmasının altında ciddi bir ideolojik farklılığın getirdiği bir savaş var. Birisi şeriatcı diğeri laik. Tabii ki bu kodları Türkiye'de anlaşıldığı gibi okumamak lazım. Ancak sonuçta Özgür Suriye Ordusunun Kürtlerin de taleplerini içine alan bir deklarasyonla Kütrleri de Suriye muhalefetine katarak birlikte mücadele vermesi konusunda birlikte oturup kendileri karar verecektir. Ama bize tarihi tecrübe şunu gösteriyor: Kürtler Araplarla birlikte Irak’ta olduğu gibi yan yana yaşamayı tercih ederler. Bu da Suriye Kürdistan'ı Yönetimi olabilir. 
-Son olarak eklemek istediğiniz bir husus var mı?
Suriye’deki sürecin eskisi gibi olmayacağı kesin. Ne olacağını bilmiyoruz ama devam eden barış süreciyle birlikte Suriye’li Kürtlerle geleceği dostluk, kardeşlik, komşuluk, akrabalık temelinde birlikte kurmanın Türkiye’nin çıkarına olduğunu düşünüyorum. Çünkü barış süreciyle Suriye Kürtlerine yönelik politikanın paralel gitmesi gerekiyor. Türkiye’nin ilk etapta çatışmaların yoğun olmadığı bölgelerdeki güvenli sınır kapılarını insani yardımlara açması ve orada her türlü yardıma izin vermesi acilen gerekiyor. Sonuç itibariyle 200 bin Suriyeliyi misafir eden Türkiye, herhalde oradaki Kürt akrabalarını insani yardımdan yoksun bırakmayacaktır, bırakmamalı da diye düşünüyorum. nasıl Arap kardeşlerimize yardım eli uzatıldıysa, Kürt kardeşlerimize de  de aynı insani yaklaşım gösterilmeli. Tarih insani yaklaşımları yazar ve insainyaklaşımlar her türlü ideolojik ve dini ve de mezhebi yaklaşımın ötesindedir. Bu nedenle Suriyeli Kürtlerle Birand önce buluşulmalıdır. 
 
 
 

5 Ağustos 2013 Pazartesi

 ROJAVA’YA MECBUR OLMAK
 
Radikal İKİ  4.8.2013
 
Hükümet iki yılı aşkın zamandır Suriye meselesi ile meşgul. Bu süre zarfında Suriye politikasıyla ilgili çıkış noktasındaki iddia ve politikaların birçoğu gerçekleşmedi. Üstüne üstlük devreye, başlangıçta hiç hesaba katılmayan Suriyeli Kürtler ve Rojava (Batı Kürdistan) meselesi girince Ankara iyiden iyiye zorlamaya başladı. Önceleri, Türkiye ve Irak Kürdistanı’ndaki ‘eski Kürt söylem ve politikası’ Suriye Kürdistan’ı için de denendi. Önceleri, Suriye Kürtleri dikkate alınmadı, Çünkü Suriye politikasını oluşturanlar bu politikayı sadece Müslüman kardeşler ve Sünni eksen üzerine kurmuşlardı. Yakın zamanda PYD’nin kendini göstermesiyle birlikte Suriyeli Kürtler ‘uyarıldı’, ‘kırmızı çizgiler’ çizildi, ‘de facto duruma izin verilmeyeceği’ açıklandı. Ancak bu kez hem Türkiye içinde hem hem bölgede hem de de Suriye’deki konjonktür ve dinamikler eskiye göre farklıydı. Süreç de hızlı işliyordu. Türkiye’de başlatılan barış sürecinin etkisi ile sınırın öte yanındaki Kürtlere yönelik bakış tamamen olmasa da görece değişti. İyi de oldu. En başta Türkiye’deki barış sürecinin bu değişimdeki rolünü teslim etmek gerek. Barış süreci Türkiye tarihinin en önemli projelerinden biri olmasının yanı sıra tarihin bu aşamasında Türkiye’yi Suriye Kürtleriyle bir araya gelmenin başlangıcı için vesile oldu. Hükümet ve Öcalan barış süreci için yola çıkarken belki de bu noktaya bu kadar çabuk gelinebileceğini tahmin etmiyordu.
 
BATI KÜRDİSTAN BİR GERÇEKLİK
Rojava Türkiye açısından bir gerçeklik artık. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Kürtlerin akrabalarının, soydaşlarının yaşadığı bu coğrafya; tıpkı Irak Kürdistan’ı gibi artık. Suriye’nin şu an içinde bulunduğu durum nedeniyle belki Irak’taki gibi anayasal bir çerçeve henüz yok. Ancak, Irak Kürtleriyle süreçleri farklı olmasına rağmen sonucun benzer olması kuvvetle muhtemel. Rojava Kürtleri bundan sonrasında geri adım atacak gibi değil. Bunun anlamı şu: PYD lideri Salih Müslim’in Türkiye ziyaretindeki görüşmelerde de ele alındığı üzere, Rojava Kürtleri; PYD ve 11 Kürt grubunun, ülkenin kuzeyindeki bölgelerde ‘geçici yönetim’ kurmaları karşılıklı olarak kabul edildi. Şu anki çerçeve savaş sırasında idari ve günlük işleri yürütmek, insani ve güvenlik faaliyetlerini denetlemek. PYD’nin oluşturduğu Halk Meclisleri Kürtlerin yanı sıra Arap, Hristiyan, Suryani temsilcilerin de bulunduğu bir yapı. Bu yapı Rojava’da ileriye yönelik olarak idari düzenin alt yapısını oluşturacak gibi. Esad rejiminin eski Suriyesi artık olmayacak. Savaş sonunda ortaya çıkacak yapıda Kürtler Suriye içinde ama özerk bir yapıdan geri adım atmayacaklar. Yani anayasal olarak Irak’daki gibi Araplar ve Kürtlerden oluşan bir ülke, cumhuriyet vb. bir yapı olma ihtimali yüksek. En azından bölgedeki yeni yapılanma, muhtemel gelişmeler bunu gösteriyor.
 
TÜRKİYE’NİN AÇMAZI
 
Tabii ki bu kolay bir süreç değil. Gidişat Türkiye’deki barış sürenci, hem Suriye’de bir türlü yapılanamayan muhalefet ve Suriye rejiminin ‘direnci’ne bağlı. Burada en önemli konu Suriye muhalefeti. Türkiye’nin açmazı da burada. Bir anlamda iki kesim arasında sıkıştığı söylenebilir. Önceleri ÖSO içinde barınan sonraları ÖSO’dan koparak kendi dini anlayışlarını hayata geçirmeye çalışan El Nursa gibi Türkiye’nin de son döneme kadar göz yumduğu El Kaideci unsurlar hala varlığını sürdürüyor. Bu unsurlar artık Suriye’deki rejimin zorlamak yerine, rejimin denetimi dışındaki topraklarda kendi hükümranlığını oluşturmak, Suriye’nin özgürlüğünden çok şeriat üzerine kurulu toprak parçacıklarının peşinde koştuğu biliniyor. Türkiye’nin El Nusra’dan ne kadar rahatsız olduğu tartışılır. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu her ne kadar “ bu grupların Suriye’deki devrime en büyük zararı verdiğini ve haklı davaya ihanet ettiklerini” söylemiş olsa da türkiye’nin yakın zamana kadar bu gruba ne kadar ses çıkarıldığı tartışılır. Çünkü Türkiye, genel anlamda PYD- El Nursa çatışmasına uzaktan bakarak ‘birbirlerini kırmalarını” beklemiş, ama geçen süre zarfında Ceylanpınar’a El Nursa yaralılarının taşınmasına göz yummuştu. Ne zaman PYD Serekaniye’yi El Nusra’dan alıp Ceylanpınar’ın karşısına bayrak asınca sanki Türkiye durumun farkına varmış gibi yaptı. Şimdi sıra PYD ve 11 Kürt partisinin oluşturduğu Suriye Ulusal Kürt Konseyinin Suriye muhalefetine katılmasında. Ancak başından bu yana Suriye muhalefetinin Suriyeli Kürtleri kapsayan ve onlara haklarını tanıyan ya da tanıyacak olan bir deklarasyona imza atmış olmaması ilerisi için de bir işaret veriyor. Kürtler bu anlamda Araplara güvenmiyor; bu noktada Esad rejiminin olup olmaması durumu değiştirmiyor.
 
EL NUSRA TÜRKİYE İÇİN SEÇENEK OLAMAZ
Rojava konusunun hükümetle Abdullah Öcalan arasındaki görüşmelerde ele alındığı, hatta PYD lideri Salih Müslim’in Türkiye ziyaretinin Öcalan’ın talebi üzerine gerçekleştiği de biliniyor. Bu açıdan Türkiye’deki barış süreciyle Rojava’daki durum hem doğrudan hem de Suriye’deki gidişata göre dolaylı olarak bağlantılı. Yani Türkiye bir yandan barış sürecini sağlıklı bir biçimde yürütmek, diğer yandan Suriye konusunda çok ciddi biçimde yeniden durum değerlendirmesi yapmak, El Nusra’ya verdiği desteği yeniden gözden geçirmek ve de Suriyeli Kürtleri Suriye muhalefetine dahil olabilmesi için çaba harcaması gerekiyor. Suriye’de rejimi 2 ay içinde yıkılacağını düşünerek yola çıkanlar, bölgeye yönelik bilgi, tecrübe eksikliği, emperyal bakış açılarını yeniden gözden geçirmek, ayrıca  Rojava Kürtleri ve PYD ile yeni bir çerçeve çizmek zorunda.
Suriye’nin tamamen yıkıldığı bir ortamda belki de Suriye Kürtleri Türkiye’nin kendine gelmesini sağladı. Türkiye’nin geleceği Kürtlerle barış, komşuluk ve kardeşlik temelinde kurulur, El Nursa gibi örgütlerle değil. Son olarak bölgedeki gidişat göstermiştir ki Müslüman Kardeşler eksenli Sünni bir federasyon hayali yerine Kürtlerle kurulacak bir birliktelik daha gerçekçidir. .  
​