21 Şubat 2014 Cuma
İRAN: YENİ BİR MANEVRANIN EŞİĞİNDE
23.02.2013
İran her daim dinamik, şaşırtıcı ve ilginç bir ülke. Hep iki yönlü bakılmıştır İran’a; Batı’ya başkaldıran bir ülke ya da baskıcı, otoriter bir rejim. Tanımlamasında önyargılar her daim geçerli olmuştur. Hatta İran’da 1979’daki ayaklanmanın devrim olup olmadığı konusunda bile görüşler farklıdır. Çünkü kimilerine göre İslam devrimi olmaz. Oysa İran’da oldu ve hatta 35 yıl önce belki de 20. yüzyılın son çeyreğinin en önemli halk ayaklanmalarından biriydi.
İran İslam Devrimi’nin 35. yılında Tahran’da devrim sanki duvar resimleri ve panolardaki sloganlarda yaşıyor. Ancak, bu detaylara biz dışarlıklılar haricinde pek dikkatli bakan yok gibi. İnsanlar, ambargolara rağmen ucuz benzinin yol açtığı araç enflasyonu sonucundaki trafikle uğraşıyor. Trafikte hayli sabırlı olan İranlılar siyaseten de bu kez sabrı tercih etmiş gibi. Yani “acele etmeyelim bekleyelim ama bazı şeyleri değiştirelim” der gibiler. Bu nedenle İran’daki siyasi atmosferi şu üç kelime özetleyebiliyor: Umut, İhtiyat, ılımlılık.
MANEVRA KABİLİYETİ
İki dönem cumhurbaşkanlığı yapan ve sert söylemi ile dikkat çeken Ahmedinejad sonrasında Hasan Ruhani’nin ülkenin başına geçmesi herkesi rahatlatmış gibi. Ruhani’nin önce Birleşmiş Milletler’de ardından Davos’ta sergilediği yumuşak söylemlerle dünyaya karşı farklı bir profil çizdiği biliniyor. Bu profil Tahran’da da beklentileri arttırmış. Ancak önceki tecrübeler, İran halkını daha temkinli hale getirmiş, özellikle gençleri. Temkinli olmanın anlamı beklenti çıtasını çok yüksek tutup yeni bir hayal kırıklığı yaşamamak. 2001’de reformist cumhurbaşkanı Hatemi döneminde sokaklarda özgürlük şarkıları söyleyen gençler yok artık.
Aynı gençler 2009’da Ahmedinejad’a karşı protesto gösterilerinde rejimin sert yüzüyle bir kez daha karşılaşınca hayal kırıklığı içinde evlerine dönmüştü. O dönem kimisi cezaevlerinde “dersini” aldı, kimisi hala içeride. Gençler şimdi daha temkinli, ‘biraz yavaş gitmemiz gerekiyor’ diyorlar. Tahran’da üniversiteli gençlerden gazetelerdeki siyasi yorumculara kadar birçok kişiyi birleştiren ortak nokta “ülkenin içeride ve dışarıda hemen olmasa da zamanla yeni bir politikaya evrimle zorunluluğu. Tabii ki Batı’nın da eski politikasını terk etmesi şartıyla”.
Sözü edilen yeni politikanın reformcuların öncülüğünde olması ama muhafazakarların desteğini sağlamasını gerektiriyor. Yani İran ince bir çizgide denge sağlamaya çalışacak gibi görünüyor; içeride ve dışarıda açılım yapılacak ama rejimin sinir uçları, güç merkezleri çok rahatsız edilmeyecek.
RUHANİ GORBOÇOV MU?
Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani'nin seçilmesinin ardında da bu tutum yatıyor. Çünkü Ruhani hem rejimin en kritik noktaları ile ilişki içinde hem de yeni bir politika vaat etmiş biri. Ama en önemli özelliği dini lider Hamaney'in de kendisini desteklemesi. İran'da dini liderin desteklemediği politikaların hayata geçme şansı az. Ancak Cumhurbaşkanı bir reformist değil. Onun için belki de en iyi tanım reformcularla muhafazakârlar arasında ılımlı bir pragmatist olabilir. Bu nedenle kabinesinde reformcular kadar muhafazakâr isimler de var.
Tahran’ın iki yüzü söz konusu. Kentin kuzeyi orta sınıf reformcuların güneyi ise yoksul muhafazakârların merkezi. Kılık, kıyafetten, giyim kuşama, araç markalarından AVM’lere kadar bu farklılık gözle görülebiliyor. Kuzey bölgesinde Dr. Said Leylaz’la buluşuyoruz. Leylaz 2009 seçimlerinde reformcu aday ve şu anda ev hapsinde olan Musavi'nin danışmanlarından. Kendisi de yasaklı, ders veremiyor yurtdışına çıkamıyor. Hatta birkaç yıl önce olsa bizimle bile konuşamayacağını söylüyor. Laylaz'a göre "Ruhani değişimin mimarı değil, sonucu. 20 yıldır sağ ve sol kanattaki mücadeleden sonra her iki kanadı ortada buluşturan isim. Bu değişimin bir türbülansa girmeden yapılmasına inanıyor. Yani o bir Gorbaçov değil. Ama herkes ondan bir şey bekliyor’
İran Batı ile nükleer pazarlık için ilk adımı atarken aslında bunun tek yönlü bir giriş olmadığı anlaşılıyor. Biraz da zamanın ruhu İran’daki durumu açıklar nitelikte. Artık Bush ve Ahmedinejad dönemi yok. Obama ile Ruhani var. Ortadoğu’da yeniden önemli hale gelen bir İran, diğer yanda Ortadoğu politikalarını İran'ı da hesaba katarak düzenlemek zorunda olan bir Batı söz konusu. Ancak Tahran'da özellikle muhafazakârlar yeni politikayı Amerika'ya taviz olarak görüyor. İşte Ruhani de ambargonun gevşemesiyle ekonominin rahatlayacağını, iç desteğin artacağını, muhafazakar engelin aşılabileceğini düşünüyor Suriye meselesinin de Batı'nın İran politikasını etkilediğini söyleyenler var. Reformist çizgideki Eptekar Gazetesi Yayın Yönetmeni Muhdammed Ali Vekili " Suriye'de mücadele terör gruplarına karşı. Terör grupları sınırımıza kadar dayandı ve Suriye krizi Amerika ve İran arasında bir mücadeleye döndü " diyor.
İNTERNETEKİ "HAZIR" SİTELER!
Tahran üniversitesi civarında yüzlerce kitapçı var; tam bir öğrenci mekanı. Okul çıkışı buluşanlar, “el sıkışarak” vedalaşan kızlar ve erkekler. Kızlı erkekli kafelerde ders çalışan, sohbet eden gençlerin beklentileri yüksek. İyi eğitimin sonucu iyi bir iş, standart bir refah seviyesi ve açık bir toplum. Gençler arasında umutlar korunsa da siyasi ve sosyal olarak değişimin henüz hayata yansımadığı fikri hâkim. Özellikle 2009'daki protesto gösterilerinde yaygın olarak kullanılan sosyal medya üzerindeki yasaklar devam ediyor. Facebook ve twittera ulaşmak saatler alıyor. İnternette birçok siteyi giremiyorsunuz. Girdiğiniz takdirde sayfa açılmıyor ve karşınıza devletin yüklediği siteler çıkıyor. Kullanıcıyı İslam, Devrim, Sinema, Sanat, din ve benzeri sitelere yönlendiriyor.
REJİME REFORM DESTEĞİ!
Ancak rejimin devamı konusunda geçmişte olduğu gibi gelecekte de siyasi yelpazenin tüm kesimleri aynı fikirde. Rejim devam etmeli. Ancak “rejimin devamı kendi içinde reformlara gitmesine bağlı diyenler” de var. Aksi halde kendi iddiasını yitirebilir.
İşte Said Laylaz'ın söyledikleri: “Özgürlükler konusunda karanlık bir dönemi geride bıraktık. Basın özgürlüğünü de geçen yıllarla kıyaslayamam. Sorunları tüm boyutlarıyla çözebileceğimiz bir aşamaya geldiğimizi düşünüyorum. Bizler de sistemi eleştirebiliyoruz. Aslında burada kimse sistemin çökmesini istemiyor ama eleştiri hakkı olmalı ve bunu şimdilerde yapabiliyoruz. Sadece adım adım gitmeyi bilmeli fazla hızlanmamalıyız”.
İran İslam Devrimi 35. yılında yeni bir dönemeçte denilebilir. İçeride ve dışarıda bir denge kurarak sıkıntıları aşacak ya da sistem içi sorunlar yaşanmaya devam edilecek. Tabii ki tüm bunları ülkedeki siyasi güç merkezleri arasındaki çekişmeler, halkın ekonomik siyasi ve ekonomik talepleri ve tabii ki dış dünyanın İran’a yönelik tavrı belirleyecek.
12 Şubat 2014 Çarşamba
BOSNA’DA OLANLAR
ETNİK GERİLİM ÜZERİNE KURULMUŞ DEĞİL.
11.02.2014
Dünyanın üzerinde bir hayalet dolaşıyor. Bu hayalet
Marx’ın ‘komunizm’ hayaleti değil. İnsanlar tepki gösteriyor; kimi işsizliği, kimi
anti demokratik yönetimleri, kimi yoksulluğu, kimi monarşilere, kimi yıllanmış
rejimleri, kimi otoriterizmi, kimi yolsuzlukları. Sorun sadece açlık, yoksulluk
ve eşsizlik değil, siyaseten de otoriter bir dünyaya doğru yol alınması.
Herkes bu durumların arkasında birçok şey
arayabilir. Komplo teorileri kurabilir. Bunların hepsi de olabilir; bazıları
doğrudur; tabii ki her durumu istismar edecek güçler olacaktır ve tarih boyunca
olmuştur. Ama asıl mesele bu değil. Mesele komplo bakışı ile ortadaki sorunu
görmezden gelmek, bahane üretmektir.
xxx
Şimdilerde dolaşan hayalet ‘ demokratik yollardan
tepki gösterme’; sokakta, alanlarda; ister protesto, ister isyan, ister
ayaklanma deyin buna. Ortak nokta insanların seslerini duyurma mücadelesi sonuç
olarak.
Seatle’da, Tahran’da,
Arap dünyasında, Türkiye’de, Ukrayna’da olan biten, bağlam farklı olsa da ruh
hali olarak, aşağı yukarı aynı. Ve tabii ki Bosna’da.
xxx
Gelelim Bosna’ya; 1990’lı yıllarımızı geçirdiğimiz,
savaşın acılarını paylaştığımız, 20 yüzyılın son çeyreğinde en büyük
katliamının yaşandığı, her şeye rağmen direnen ayakta kalan o güzel insanların
ülkesine.
Kanlı bir savaş Dyton Barış anlaşması ile savaşı sona
erdi. Savaşın asıl mağduru Boşnaklardı. Dyton barış değil savaşı durdurma
anlaşmasıydı. Yeni bir ülke kurmaktan çok savaşın bitmesi amaçlandı.
Bir daha hiçbir grubun bir diğerine üstünlük
sağlamaması için de öylesine karmaşık bir yapı kuruldu ki, bugün gelinen
noktadaki en büyük sorumluluk bu yapıya ait.
Çünkü sistem işleme değil, işlememek üzerine kurulmuş durumdaydı ve
tıkandı.
xxx
Ortada Boşnaklar ve Hırvatların oluşturduğu Bosna
Hersek Federasyonu ile Sırp Cumhuriyeti var.
Pratik durumsa şu: Bosna Hersek Federasyonu’nda 10
kantondan oluşuyor. Bu kantonların meclisleri, hükümetleri ve başkanları var.
Ayrıca Federasyon meclisi, hükümeti ve başkanı söz konusu. Aynı yapı Sırp
Cumhuriyeti’nde de mevcut. Bu yapıların üzeride ise Bosna Hersek Federal Parlamentosu,
hükümeti yer alıyor. Ayrıca dönüşümlü üçlü başkanlık sistemi.
Böylesi karmaşık bir yapı sonucu siyasi ve ekonomik
olarak ülke işlemez durumda. Yatırımlar yapılamıyor, ülke fakir, yüzde 40
işsizlik var. Yerel birimler birbirini engelliyor. AB gelen yardımlar belli
ellerde toplanıyor. Yolsuzluk had safhada. Sürekli özelleştirmelerle fabrikalar
kapatılıyor, işçiler kapı önüne konuyor. Haraç mezat sistem hakim olmuş
durumda. AB ekonomik kriz nedeniyle Bosna’ya bakacak durumda değil. Sırplar ayrılmak
istiyor…ve sıralayabileceğimiz daha birçok sorun söz konusu.
xxx
Durum bizim medyanın yazdığı gibi salt birtakım
provokatörlerin, etnik gerilim üzerine kurduğu isyan provası değil. Protestocuların çoğunluğunu Boşnaklar
oluşturuyor. Neredeyse tüm kentlerde protestolar var. Hırvat ve az da olsa
Sırpların bir kısmı da protestolara katılıyor.
Yani tepki gösterenler Bosna’nın kendi insanları.
xxx
Unutmadan: Her şeyi Türkiye üzerinden okumak
alışkanlığını bırakmak, çok sevdiğimiz komplo teorilerinden kafamızı kaldırmak
zorundayız. Nitekim dünyanın merkezi burası değil.
Ama hayalet dünyanın
her yerini dolaşıyor. Bugün Bosna’da yarın haksızlığın olduğu başka bir yerde.
9 Şubat 2014 Pazar
17 ARALIK , BARIŞ SÜRECİ VE SONRASI
Mete Çubukçu
Türkiye'nin içinden
geçtiği kritik dönemde en hassas, kırılgan meselelerden biri kuşkusuz barış
süreci. Sürece halel gelmemesi için çok titiz davranıldığı hükümet/devlet ve
Öcalan’ın sürecin devamı konusunda kararlı olduğu görülüyor. Barış sürecine
inanan ve devamında hayır görenlerin, yöntem ve kullanılan retorikteki
handikaplara rağmen, sürecin bekası açısından bu duruma ses çıkarmadığı ya da
politically correct olmak adına eleştirilerini saklı tutulduğu tahmin edilebilir.
Kürt siyasi hareketi ile yürütülen barış süreci hükümetin attığı en cesur
adımlardan biri. Mart 2013’de başlayan ve herkesin içindeki umudu yeşerten,
ölümlerin durduğu sürecin sürekli kılınması sadece hükümet ya da Kürt siyasi
hareketi değil tüm Türkiye’nin arkasında olması gereken bir süreç.
HÜKÜMETTEN
BAĞIMSIZLAŞABİLMEK
Ancak, bu, pazarlık/diyalog,
henüz müzakereye geçmeyen yöntemin Türkiye’deki hükümetin yaşadığı krizlerden bağımsızlaştırılması,
‘malzeme’ olarak kullanılmaktan çıkarılması ve hatta demoklesin kılıcı misali ‘sürecin
hükümetin süresiyle sınırlı olduğu’ yaklaşımının şüphesinin sona ermesi zorunlu
görünüyor. Daha açık bir ifadeyle süreç kimse tarafından ‘kullanılmamalı’. Hükümet
dışındaki partilerin sürece yönelik negatif ya da belirsiz yaklaşımları sonucu
ortaya çıkan şüpheleri ortadan kaldırmak için Öcalan’ın öne sürdüğü ‘yasal
zeminin’ bir an önce hayata geçirilmesi gerekmekte. Belki o vakit daha net ve
açıktan bir tartışma zemini ortaya çıkabilir. Zaten böyle bir durum, barış sürecinin
‘hükümetle sınırlı olmadığı’ algısını da artırabilir; tabii ki hükümetin böyle
bir niyeti varsa. Yani barış süreci şu ya da bu nedenle, Türkiye’de yaşanan ve
birkaç yıl içinde yaşanması muhtemel krizler nedeniyle ‘kırılgan’ olmaktan çıkarılmalı.
Diğer yandan sürekli
olarak sanki "dışarıdan" bu işe karışılmaması gerektiğinin
vurgulanması sürecin geleceği açısından sakıncalı bir durum. Tabii ki bir
süreci tarafları yürütür ama bu durum bazı soruların sorulmasını engellemez.
Üstelik böyle bir durum sürece karşı olma anlamına hiç gelmez.
KAFA
KARIŞTIRICI AÇIKLAMALAR
Sürecin mantığı, yöntemi, sadece iki kişi arasında yürütülüyor olması,
‘kimse karışmasın’ tavrı artık geride kalmalı, eleştirilere kulak
kabartılmalıdır. Bu nedenle eleştiri sadece masanın bir ucunda oturan hükümet/devlet
için değil diğer başındaki Kürt siyasal hareketi için de geçerlidir. Kürt
siyasal hareketi; Öcalan/PKK/Kandil/PKK, Gezi olaylarından başlayarak 17 Aralık
yolsuzluk/paralel devlet iddiaları üzerine oturan kriz de dahil olmak üzere,
verdikleri mesajlarla kimi zaman kafa karıştırırken kimi zaman da birbirleriyle
çeliştiler.
Öcalan'a göre 17 Aralık
paralel devlet yapılanmasının işi. Ancak paralel yapılanma ile bugün söz konusu
olan yapıyı kastedip etmediği tartışmalı. Bu tespiti daha çok derin devlet
anlamında yaptığı anlaşılıyor. Öcalan AKP’ye
yönelik girişimi bir darbe olarak nitelendiriyor ve karşı durmak gerektiğini
savunuyor. Tabii ki bu arada yolsuzlukla mücadele konusunu es geçmiyor.
Diğer yandan süreçle ilgili olarak masada iki
kişinin olduğu (Öcalan ve Erdoğan) birinin masadan kalkması halinde sürecin
biteceğini ifade edildi. Ancak bir süre sonra “sürecin başbakan Erdoğan olmadan
da yürüyebileceği” açıklaması geldi. BDP Eşbaşkanı Demirtaş haklı olarak bu kez
‘yasal dayanak oluşursa görüşmeler kurumsal müzakereye dönüşür. Süreç
Erdoğan’la da Erdoğansız da yürür” dedi. O vakit güç sıklet merkezini öncelikle
müzakere sürecini yasal dayanaklara oturtulması gelmeli, bunun mücadelesi
öncelenmeli. Böylece kamuoyundaki kafasının karmaşasının önüne geçilebileceği
gibi,
17
ARALIK VE SONRASI
Hükümetin ‘17 Aralık krizinin
barış sürecine de yönelik olduğu’ tezi belli oranda doğruluk payı taşısa da tam
öyle değil. Barış süreci genel anlamda Türkiye’nin demokratikleşmesi çerçevesinde ele alınmalı. Kürtlerin özgürleşmesi ile Türkiye'nin
demokratikleşmesi paralel süreçlerdir. Birisini diğerinin önüne ya da arkasına
koymak bir diğerini eksik kılar. “Önce özgürleşelim sonra demokratikleşiriz”
yaklaşımı tek ayaklı kalır. Bu durum KCK Eş başkanı Bese Hozat'ın bilinç
altında yatan, kimi kastettiği belli olmayan Ermeni ve Rum lobileriyle ilgili söylediği
sözlerde da görüldü. Ne yazık ki bir üst
özgürleşmenin ya da daha güçlü olanın, daha güçsüz olduğunu varsaydığı grup ya
da toplulukları doğrudan özgürleştirmediği bilinmelidir. Daha sonra bu açıklama, ‘tezvirat, tevil’ gibi
açıklamalarla düzeltilmeye çalışıldıysa son noktayı Öcalan koymuştur. Öcalan’ın
mektubun Türkiye’nin 1915 gerçeğiyle yüzleşmesi açısından çok önemli. Ancak Agos
Gazetesine konuşan Yetvart Danzingyan’ın söylediklerini saklı tutmak kaydıyla:
“Biz Türkiyeli Ermeniler, devlet tarafından yıllar boyunca kim olduğu
bilinmeyen, belirsiz bir “dış güçler” ile terbiye edildik. Şunun
anlaşılmasını rica ediyorum. Adresi belirsiz,
muğlak, çok genel bir dış güçler, kötü kalpli lobiler, Türkiye’nin düşmanı
Ermeni odaklar söylemi bizi çok yoruyor ve aynı denklemin içinde sıkışıp
kalmışız, oradan bir türlü çıkamıyoruz hissi yaratıyor. Ve ısrarla buna ikna
edilmek istenmemiz, yeni bir resmi görüşe mi çağrılıyoruz duygusunu, sorusunu
yaratıyor.”
Keza yakın dönemde Paris
cinayetleri konusundaki açılamaları takip etmek ve bir kanıya varmak oldukça
zordu. Paris'te üç Kürt kadının önce paralel yapı tarafından öldürüldüğü,
birkaç gün sonraysa işin içinde MİT'in olabileceği açıklandı. Bir sonraki
açıklama ise şöyleydi:“AKP de Cemaat de bu işin içindedir ve bu plan
uluslararası bir plandır.”
Oslo'dan başlayarak 7 Şubat girişimine kadar
Öcalan'la masaya oturulmasına karşı çıkanların girişimleri biliniyor. Doğal
olarak bu durum hükümet ile Öcalan'ı, Kürt siyasi hareketini daha dikkatli
olmaya zorluyor. Kürt hareketi tarihsel referanslar nedeniyle haklı olarak
temkinli, bu da çok normal. Barış sürecine CHP-MHP gibi partilerin yaklaşımları
da ortada.
Karmaşık ve zor bir
dönem. Sürecin sadece bir hükümetin
tekelinde olmayıp bir devlet projesi olarak devam etmesi gerektiği zorlanmalıdır.
Ve bu süreçte yapılan açıklamaların birbiriyle çelişmemesi gerekiyor gibi. Barış
süreci Türkiye’nin özgürleşmesi, demokratikleşmesi ve adaletli bir ülke olması
için önemli anahtarlardan biri. Bu nedenle açıklamalar da dahil olmak üzere
daha “titiz” bir olmak gerekir.
SURİYE’YE MÜDAHİL
OLMAK!
Radikal İKİ 9.02.2014
Rızanın imalatı ilk defa Walter Lippman tarafından 1920’lerde Public
Opinion ( Kamuoyu) kitabında kullanılan bir kavram. Daha sonra Noam Chomsky
tarafından geliştirildiği biliniyor. Kavram, temel olarak devletlerin ve
şirketlerin normalde insanların karşı çıkabileceği davranışlarına olumlu
bakmalarının veya tepkisiz kalmalarının nasıl sağlandığını çeşitli açılardan
ele alır. İnsanların istemedikleri şeyleri istiyormuş gibi hissetmelerini,
ihtiyaç duymadıkları şeylere ihtiyaç duyduklarını sanmalarını ve kabul
etmeyecekleri şeylere rıza göstermelerini sağlamak olarak tanımlanabilir.
Son haftalarda
Türkiye’nin Suriye ‘macerasında’ da benzer belirtiler mevcut. Özellikle
Suriye’de El Kaide bağlantılı örgütlerin öne çıkması, ciddi tehdit
oluşturacakları anlaşılması ve batının bu konudaki hassasiyetiyle birlikte
ortaya çıkan bir durum bu. Türkiye El Kaide konusunda söylem ve pratik
açısından tavrını göstermeye başlamakla birlikte El Kaide olgusu ya da
‘bahanesiyle’ Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Suriye meselesine dahil olmasının
‘yolu mu yapılıyor’ sorusunu sormak gerekiyor.
TSK’YA DAVET Mİ?
Bazı yazarların,
bugüne kadar Suriye meselesinde MİT’in ön planda olduğu, TSK ve güvenlik
güçlerinin bu işe karışmadığını ima eden biraz da sitemkar ve davetkar yazıları
mevcut. TSK’nın El Kaide’ye bağlı IŞID konvoyunun vurması da tam bu zamana denk
geliyor. TSK Irak Şam İslam Devleti örgütünün Türkiye sınırına ateş açtığını ve
karşılık verildiğini söylese de bu ateşin biraz da Batı’ya yönelik ‘Türkiye’nin
bu konuda hassasiyetini içeren’ mesajı da denilebilir. Yine aynı dönede Türkmenlerin
El Kaide tehdidi altına kalıp Türkiye’ye kaçmaya başlaması söz konusu. Türkmenler
her zaman Türkiye’de dikkatle takip edilen ve kamuoyunun hassas olduğu konu. Bu
nedenle kamuoyunun,Türkmenlerin korunması adına atılacak adımların arkasında olacağı
bilinir. Ancak, Türkmenler diğer açılardan dikkat edilmesi gereken bir nokta. Çünkü Irak’ta hayata geçemeyecek vaadlerle umut verildiği ama sonradan farklı
bir politikayla Türkmenlerin açıkta bırakıldığı hala hafızalardadır.
Ancak bu konudaki en
önemli açıklama Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den geldi. Gül özetle şöyle diyordu:
“ Afganistan'da gördük. Bunların nereye varacağı bilinmez. Bu nedenle bizim 4-5 yıl önceki tehdit
algılamamızla bugünkü tehdit algılamamız arasında çok büyük fark var. O zaman
bizim için en büyük tehdit PKK terörüyle mücadeleydi. Bugün baktığımızda bu
ortam içinde kaç tane grup görüyoruz. TSK da bugün ben karışmayayım derse belki
yarın gücünüzün yetmeyeceği bir güç çıkacak karşınıza.”
Açıklama önemli
ipuçları içeriyor. Konu Milli Güvenlik Kurul’nda da ele alınmış olabilir. Ancak
tüm bu gelişmelerin toplamında sanki TSK’nın Suriye meselesine dahil olması
için bir ‘rıza imalatı’ ya da başlangıcı söz konusu gibi. Diğer yandan TSK’nın
Suriye’ye bir müdahalesinin sadece El Kaide tehdidi için değil, PYD’ye karşı
olabileceğini söyleyenler de var. Çünkü Türkiye resmi yetkililer Suriye ‘deki
tehdit unsurları olarak sadece El Kaide değil PYD’yi de telaffuz ediyor. Yani
bir taşla iki kuş politikası gibi.
Türkiye tabii ki
kendine göre tedbir almak zorunda ama Suriye krizinin başından bu yana
uygulamaya çalıştığı politikalar( her ne kadar son dönemde söylem ve pratik
açısından değişiklik gösterse, biraz daha düşük profil çizilse de) belli
konularda hala ilk günkü noktada olduğunu düşündürüyor. Yani ‘bir şekilde
Suriye’ye müdahale etmek’ düşüncesi.
DEĞİŞEN VE DEĞİŞMEYEN
NE?
Suriye’de iç savaşa dönüşen ayaklanma başladığında yapılan
hesaplar rejimin yıkılmasının ancak sürecin hızlandırılması ile mümkün
olabileceği yönündeydi. Sürecin hızlandırılması, Şam’ın ayaklanmaya çok vahşi
biçimde karşılık vermesi neticesinde muhalefetin hızla silahlandırılması, çatışmaların
artması sonucu mülteci akınını başlaması anlamına geliyordu. Ardından Türkiye
sınırları içinde bir tampon bölge ile Suriye içine doğru bir insani yardım
koridordu açılacaktı. En azından masa başında yapılan ve kamuoyunda sürekli
işlenen konu buydu. Ama olmadı. Olmazdı da. Çünkü planı yapanlar ne Suriye’nin
kendi iç dinamiği ne Suriye için olaya müdahale edebilecek ülkeleri ne de
Batı’nın Libya’da olduğu gibi davranmayacağının tahmin edebiliyordu. Üstelik
Kamuoyunda oluşturulmak istenen ‘rıza’ alandaki gelişmeler sonucu hayata geçmedi.
Bu süreçte Türkiye’nin en çok dile getirdiği ‘yalnız
bırakıldık’ tezi hem doğru hem de değildi. Yalnız bırakılmıştı çünkü başta ABD
olmak üzere bazı ülkeler gerekli desteği vermemişti. Yanlıştı çünkü ABD birçok
nedenden dolayı ne kadar temkinliyse Türkiye bir o kadar ‘Suriye’de olmak’
konusunda ısrarlıydı. Hatta, ABD’nin Türkiye’yi frenlediği bile söylenebilir.
İşte o noktada Türk Hava Kuvvetlerine ait F-16 uçağının Suriye tarafından
düşürülmesi sonrası, TSK e angajman kurallarını değiştirdi ve Suriye sınırı
içlerine doğru 5-10 km’lik alanda fiili tampon bölge oluştu. Bu durum bölgenin
muhaliflerin kontrolüne geçmesiyle devam etti. O vakitten sonra sınır kontrolü kayboldu.
Sınırda kimlerin gelip geçtiği tartışmaları başladı. 4 Ekim 2012’de Meclis'te kapalı oturumda görüşülen
tezkere kabul edildi. Bu Suriye’ye asker yollama anlamına gelmese bile olası
bir durumda askerin içeri-girip çıkmasına olanak sağlayan bir düzenlemeydi;
tıpkı Irak’ın kuzeyine yapılan sınır ötesi harekatlar gibi.
Özellikle Suriye’de IŞID, El Nusra gibi El Kaide
anlayışını takip eden örgütlerin güç kazanması ile Batı’nın Suriye’ye bakışı
daha bir mesafeli artık. İlk başlarda bu örgütleri çok fazla umursamıyor gibi
görünen Türkiye’de hem batının tepkisi hem de bu örgütlerin artık kendisi için
de tehdit oluşturacağını anlamasıyla söylem ve pratikte mesafe koymaya başladı.
Hatta varolan bu durum üzerinden yeni, daha temkinli bir politikanın daha ipuçlarını
var: El Kaide’ye karşı Suriye içinde önlem almak ya da ‘yangını sınırın
ötesinde söndürmek’.
Çok
kolay olmamakla birlikte gelinen noktanın anlamı şu: Türk Silahlı Kuvvetleri’nin
Suriye’ye şu ya da bu şekilde müdahil olması. Belki Suriye krizinin başından
beri birilerini kafasında olan ama bir türlü hayata geçirilmeyen konu şimdi
yeniden mi gündeme getiriliyor diye sormak gerekiyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)