22 Eylül 2013 Pazar


SURİYE'DE PEŞAWER YARATMAK!
22.09.2012/ Radikal İKİ

Suriye’de ayaklanma başladığından bu yana Türkiye tüm enerjisini rejimi devirmeye harcıyor. Suriye’deki askeri ve siyasi muhalefete sonuna kadar kucak açan, lojistik destek sağlayan, hatta bu yolda mezhebi bir politika izlediği eleştirilerine uğrayan Türkiye amacını bir türlü gerçekleştiremiyor. Çünkü Suriye Türkiye’ye ‘büyük’ geliyor, Suriye’de asıl oyunu iddia edildiği üzere Türkiye gibi bazı 'hayaller peşinde olanlar  değil gerçek emperyaller ‘oynuyor’. Suriye rejimi eninde sonunda devrilecek ve ancak şu anki yapısıyla geleceği karanlık bir ülke olma ihtimali yüksek üstelik rejim devrildikten sonra ne olacağını bilen kimse yok.
‘Büyük oyunun küçük parçası’ olan Türkiye’nin Suriye politikası tam bir inada dönüştü. Türkiye, Esad rejimini değiştirmek için varını yoğunu ortaya koyarken bir türlü kendi istediği noktaya getiremedi. Şam’daki kimyasal silah vahşetinin ardından Suriye’ye müdahale etmek için ön sırada bekleyen Ankara Rusya’nın manevrası ve ‘gönülsüz’ ABD’nin şimdilik ikna olmasıyla yine boşta kaldı. ABD ve Rusya Suriye’nin kimyasal silahlarını teslim etmesi koşuluyla anlaşırken Dünya’nın ‘durup beklemeyi’ tercih ettiği bir ortamda Türkiye ‘Suriye kapısından dönmenin’ hayal kırıklığını yaşıyor.
Bu hayal kırıklığıysa düşürülen Suriye helikopteri ve sonrasındaki yorum, açıklamalarla giderilmeye çalışılıyor. Medya yine bildik kodlarına dönerek, hemen ‘savaş durumuna’ geçti. Oysa Kürt meselesinin çözümüne yönelik olarak ‘savaş dilini’ yumuşatma sözleri verilmişti. Ama ‘Vurduk’, ‘Sınır İhlaline Jet Yanıt’, ‘Esad Al sana Misilleme’, ‘Esad’a Korsan Tokadı’ gibi manşetler medyanın milli refleksini ‘koruduğunu’ gösterdi. Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu  ‘Türkiye’nin çıkarları söz konusuysa evreni ayağa kaldırırız’ diyerek çıtayı yükseltti.
Aslında olan biten sanki Esad rejimini yıkmak için yola çıkan Türkiye’nin amacına ulaşamamasının yol açtığı kızgınlık, Suriye’ye yönelik bir harekatın ABD ve Rusya tarafından durdurulmasının yarattığı hayal kırıklığı ve Haziran 2012’de Akdeniz’de Suriye tarafından düşürülen F4 uçağının intikamının alınması gibiydi. Evet, Türkiye F4 olayından sonra sınıra yaklaşan ya da ihlal eden Suriye birliklerini vuracağını açıklamıştı. Ankara bunu yerine getirdiğini söylüyor ve uluslar arası kurallar gereği normal karşılanabilir. Ama, demeçlerdeki kızgınlık gazetelerdeki hava başka şeyleri çağrıştırıyor.
SINIRLAR ZATEN İHLAL EDİLİYOR

Şimdi gelelim sınır ihlaline: Türkiye ayaklanma ve savaşın başlangıcından bu yana Suriye sınırın ihlal etmekle kalmıyor, bizzat muhalifleri Türkiye’de örgütleyerek içeriye sokulmasına göz yumuyor, yaralıların tedavileri Türkiye’de yapılıyor. İlk başlarda Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) için yapılan bu yardımlar daha sonra her türlü radikal İslami gruplara yol verilmesiyle devam etti. Çünkü Özgür Suriye Ordusu içinde örgütlenen El kaide unsurları daha sonra kendi özerkliğini ilan etti. Türkiye’nin çok net tavır koymadığı bu örgütler artık kontrol dışı. Bu nedenle ÖSO’nun kimlerden oluştuğu da giderek muğlaklaşmış durumda. Batıda yapılan yorumlara göre “El Nursa benzeri şeriatçı yapıların kuzeyde hakim olmasında Türkiye’de pay sahibi”.  
Biraz geriye gidip olayları hatırlayacak olursak F4 uçağının düşürülmesi bir milat sayılabilir. Çükü F4’ün düşürülmesine kadar Suriye ordusu kuzey bölgesini kontrol edebiliyordu. Türkiye sınıra yaklaşan Suriye birliklerini vurulacağını açıklamasının ardından ülkenin kuzeyi fiilen boşaltılarak bir nevi fiili tampon bölge oluştu ve o tarihten sonra muhalifler bölgeye kolayca hakim oldu, sınır kapıları muhaliflerin ve bazıları da şeriatçı örgütlerin eline geçti. Yani angajman kuralları dolaylı olarak muhaliflere çalıştı. Ve o günden itibaren Irak ve Türkiye sınırından El kaide bağlantılı, yabancı savaşçılar Suriye’ye akmaya başladı. Benzetme yerindeyse ‘Türkiye sınırın aşağısı Taliban’ın filizlendiği Pakistan’ın Peşawer’ine döndü’. Birçok ülkenin terör listesinde olan ama Türkiye tarafından sadece ‘aşırı uçlar’ olarak değerlendirilen bu şeriatçı örgütlerle ilgili İngiliz The Telegraph gazetesi şunları yazıyor: Suriye’de savaşan 100 bin civarında rejim karşıtı var. 10 bin kadarı El Kaide ideolojisine bağlı. 30-35 binin ise radikal İslamcılardan oluştuğu farklı gruplar. ‘İslami bir niteliği’ olan ılımlı gruplara mensup muhalif savaşçı sayısı ise 30 bin kadar. Ayaklanmanın başında muhalefet içinde bulunan laik veya saf milliyetçi gruplara bağlı olan isyancılar ise küçük bir azınlık oluşturuyor”.

THE DAY AFTER

Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ağırlıklı olarak Suriye ordusundan ayrılan askerlerden oluşurken eski gücünde değil. Son dönemde ÖSO’ya giden silahlar El Nursa gibi örgütlere gidiyor. Muhalifler içindeki PYD ise bu yapılardan farkı. Rojava’da radikal İslamcı gruplarla başa çıkabilecek yegane örgüt olarak PYD-YPG öne çıkıyor. Üstelik ülkede sayılı laik örgütlerden ve farklı bir Suriye tahayyüllü için savaşıyorlar. Türkiye’nin ‘sinirlenmesine’ yola açan Batı’nın tereddüdü ‘bir gün sonra’ ne olacağı konusunda. Çünkü Esad rejiminin devrilmesinin ardından ‘the day after’ sendromu yaşanıyor.  Mevcut durum devam ederse Rojava dışındaki bölgelere radikal İslamcı unsurların hakim olacağı aşikar.  
Asia Times yazarlarından Pepe Escobar’ın deyimiyle “ rejimin düşmesiyle birlikte Amerika El Kaide’ye hava kuvvetleri bile hediye edebilir”. İşte ABD bunu göze alamıyor. ABD’nin Suriye konusundaki çekimserliği El Nusra ve ISIS gibi örgütlerin varlığından kaynaklanıyor. ÖSO’dan bu örgütleri temizlenmesini isteniyor. Nitekim son günlerde belki de ilk kez ÖSO ile El El Kaide bağlantılı gruplar çatışmaya başladı. Bu önemli bir gelişme ve dönüm noktası. Türkiye muhtemelen ‘ÖSO’yu biz hareket geçirdik’ diyecek olsa bile asıl aktör ABD. Çünkü Türkiye hala radikal gruplarla ilgili net bir tavır koyabilmiş değil. Ancak El Kaide bağlantılı grupları bir anda silmek mümkün olmaz. Bütün olan bitense sadece Suriye değil Türkiye ve tüm bölge için de tehlikeli. Zaten bu konuda hesap yapmayan tek ülke sanki Türkiye. Oysa Suriye’de olanlar şu anda ve ileride Türkiye’yi uzun yıllar etkileyecek kapasiteye sahip. Bu nedenle Suriye’deki kanlı savaşta tıpkı F4 gibi Suriye helikopterinin düşürülmesi maalesef sadece küçük birer ayrıntı. Türkiye oluşumunda kendinin de pay sahibi olduğu Suriye’deki ‘Peşawer’den nasıl kurtulacak belli değil. Bu nedenle enerjisini Suriye’deki rejimi devirmekten çok bir gün sonra ne olacağını hesaplamaya harcamalı. Ama görünen o ki bunu düşünen pek yok. Şimdiye kadar hiçbir hesap yapılmadığı gibi.


15 Eylül 2013 Pazar



SÜRECİN BİR AYAĞI ROJAVA'DA

15.09.2013




Abdullah Öcalan’ın Nevruz’da “artık silahlar sussun, silahlı güçlerimiz sınır dışına çekilsin. Bu bir son değil yeni bir sürecin başlangıcıdır” demişti. Diyarbakır’da yüz binlerce kişi önünde okunan mektubunda. Bu tarihi mektup Kürt/PKK sorunu ve Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından bir dönüm noktasıydı.
Baştan söylemek gerekirse bu açıklamadan geriye dönüşün olması kolay değil. O tarihten itibaren insanların ölmediği bir ortamda gerçek bir barış ve demokrasi özlemiyle birçok kişi sürece halel gelmemesi için eleştirilerini saklı tuttu. Hala da çok dikkatli olunması gereken hassas bir konu bu.
Ancak bu hassasiyete rağmen gelinen noktada süreci herhangi bir mekanizmaya bağlanmaması, ‘siz karışmayın’ mantığı ile yürütülmeye çalışılması bu olumlu havayı şimdilik durdurdu. Daha açık bir ifadeyle bu noktaya gelinmesinde, sorunun çözümüne yönelik mahcup eleştiri sahiplerinin bile ‘barışa karşı olmakla’ itham edilerek susturulması da rol oynadı. Hatta, “KCK ve Kandil’in Öcalan’ı açığa düşürdüğünü’ ileri sürüp ‘siz kenarda durun biz liderinizle bu işi yürütüyoruz’ anlayışı da gelinen noktaya ‘katkı” da bulundu. Çünkü sürecin kendisinde olmasa bile yönetim şeklinde bir sorun olduğu açık.
Evet, barış süreci devam etmesine rağmen gidişatta aksamalar söz konusu. KCK Eş Başkanı Cemil Bayık’ın ‘ateşkes devam ediyor ama çekilmeyi durduruyoruz’ açıklaması da bunun işareti. Öcalan’la başlatılan süreç devam ediyor, silahlar konuşmuyor. Hükümet PKK’nın tamamen sınır dışına çekilmediğini, PKK-BDP ise hükümet/devlet çizgisinin herhangi bir adım atmadığını söylüyor. Hal böyle olunca kamuoyuna verilmeye çalışılan ‘sorun yok’ mesajı da boşa düşmüş oluyor. Ortada sorun var. Sorun var ama herhangi bir sorun durumunda araya girecek bir mekanizma mevcut değil. Yani ‘yerli çözüm’ çabaları şimdilik sonuç vermiyor. Oysa sorunun temel çözümü burada yani Türkiye’de atılacak adımlarda. Bu adımlar atılmayınca dış konjonktürün devreye girmesi de kaçınılmaz.
ROJAVA HESABA KATILMAMIŞTI!
Ortadoğu dediğimiz coğrafya her zaman sürprizlere gebe. Suriye’deki savaşla birlikte bölgenin derinleşen bir krize sürüklenmeye başlaması devletin hesaplarını alt üst ederken PKK’nın elini güçlendirdi. Gezi süreci ile sıkıntılı bir dönem yaşayan hükümetin dikkatinin dağılması bir yana özellikle Suriye meselesinden dolayı Rojava konusu artık barış sürecin en önemli dinamiklerinden biri haline geldi. Türkiye neredeyse Ortadoğu’daki tüm kartlarını Suriye’ye üzerinden oynamaya kalkarken yanlış hesaplarından biri de Rojava oldu. İşin aslı bölgeyi okuyamayan Türkiye Rojava’yı kucağında buldu. Oysa Rojava ve Suriyeli Kürtler oradaydı ve bir süre sonra denkleme gireceği tahmin edilmeliydi.
Şimdi Rojava’dan geri dönüş mümkün değil. Esad’lı ya da Esad’sız bir Suriye’de Rojava özerk ya da federatif bir yapıda olacak. En başta Türkiye’nin bu duruma alışması gerekiyor. Üstelik o bölgeye PYD/PKK hakim. Bu Türkiye’yi ürkütüyor ve eski siyasi alışkanlıklar devam ediyor. PYD lideri Salih Müslim ile bağlantıya geçilmiş olsa bile Türkiye eşit bir ilişki kurmaktan kaçınıyor. Ankara PYD ile çatışan El Nusra konusunda sessiz. Deyim yerindeyse sanki birbirlerini kırmalarını izliyor. Sınırın Suriye tarafında Nusra benzeri örgütlenmelere ses çıkarmıyor. İşin ilginci Arapların ağırlıklı oldukları bölgelerdeki sınır kapılarında denetim yok denecek kadar azken Kürt bölgelerindeki kapılar kapalı tutuluyor. Türkiye-Suriye sınırı, bu sınırı kesen tren yolu nedeniyle Binxetê (hattın altı yani Suriye), üstünde kalan kısmı ise Serxetê (hattın üstü yani Türkiye) olarak anılıyor. Türkiye Kürtlerin yaşadığı bölgelerdeki sınır kapılarını açmıyor, yardım gönderilmesine izin vermiyor. Suriye’den kaçmak isteyen Kürtler de kendi bölgelerinden değil Arap bölgesinden geçebiliyor. Sırrı Süreyya Önder’in deyimiyle Rojava’da bir zamanlar Kürt köylerini birbirinden ayrıştırmak için Baas rejiminin aralara Arap köyleri yerleştirerek oluşturulduğu ‘Arap Kemeri’ adlı iskan politikasının yerini şimdi ‘Türk Kemeri’ almış durumda. Salih Müslim Ankara’ya gelmesine rağmen Ankara’nın Rojava’ya bakışı pek değişmiş değil. PYD’nin Suriye’deki varlığının Türkiye’deki çözümü daha da kolaylaştıracağını görülmek istenmiyor. PYD ve Suriyeli Kürtler El Nursa ve sınır ambargosuyla terbiye edilmek’ edilmek isteniyor.
Diğer yandan Türkiye’nin bölgedeki tüm Kürtleri Barzani üzerinden kontrol etme ‘hayali’ de tutmuş değil. Suriye’deki durumun ardından 2 kez ertelenen Kürt konferansının da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Türkiye konferansa yeşil ışık yakarken bunun Barzani’nin kontrolünde olacağını düşünmüştü. Tıpkı Rojava’yı Barzani’nin kontrol edebileceğini düşündüğü gibi. Ama ikisi de olmadı. Çünkü PKK ve PYD’nin konferans delegasyonunda çoğunluğu elde edeceği biliniyor. Üstelik konferans Suriye’de durumun biraz daha netleşmesini bekliyor. Kısaca Türkiye sınırları kapayarak, El Nusra’ya göz yumarak Rojava ve PYD’nin güçten düşmesini bekliyor.  Oysa Rojava’da atılacak adımlar hem yeni bir Suriye politikasının oluşması hem de barış sürecinin gidişatı için kaçınılmaz görünüyor. Tabii ki isteniyorsa.

1 Eylül 2013 Pazar


SURİYE’DEN IRAK YARATMAK!

Radikal İKİ  /1 Eylül 2013

Şu sıralarda Suriye’ye yönelik bir saldırı gerçekleşmiş ya da bu konuda bekleme halinde olabiliriz. Aslında sorun bu saldırı kadar bu saldırı sonrasında bölgede yaşanacaklar. Konu gündeme geldiğinden bu yana medya yine tüm insani kaygılardan uzak; onlarca saldırısı senaryosu, hangi silahların nasıl etki edeceği, kullanılacak silahların ‘üstün’ niteliklerini sayfalarına taşırken, haberler askeri yığınak grafikleri ile ‘süsleniyor’. Bir deja vu hali yaşanıyor. 2003’de Irak işgali öncesinde ‘canı Bağdat’ta olmak isteyenlerin’ yerini sanki, siyasi geleceklerini ‘ her ne olursa olsun Suriye’deki rejimin devrilmesine bağlayanlar’ almış durumda. Köşe yazılarında ‘kendi hayal dünyalarında yarattıkları başarısız Suriye projesini’ devam ettirenler şimdi de müdahale silahına sarılmakta.  

OLAĞAN ŞÜPHELİLER

Suriye’deki rejimin karakteri herkesçe biliniyor; rejimin desteklemenin insani ve mantıki bir yanı yok. Ancak, rejimin bir müdahale ile devrilip yeni bir Suriye’nin ortaya çıkması da büyük bir hayal. Suriye yönetiminin elinde kimyasal silahı var ve kendi halkına karşı kolaylıkla kullanabilecek tiyniyette. Bugüne kadar ölen 100 bin kişi de rejimin umurunda değil. Bu nedenle Kimyasal silah kullanımı konusunda rejim olağan şüphelilerin başında geliyor. Ancak, kim kullanırsa kullansın bu bir savaş ve insanlık suçu. Diğer yandan, bu silahı herkesin kullanma kapasitesi sözkonusu.  Bu yelpaze içinde rejim kadar Suriye’nin geleceğindeki en karanlık grup olan El Kaide uzantılı El Nursa var. Zaten bu silahın kullanılması zamanlama açısından da düşündürücü.  Kimyasal saldırı Esad rejiminin muhaliflere karşı üstünlük sağladığı , dünyanın gözünü Mısır’a çevirdiği bir dönemde oldu. Rejim yaptıysa böyle bir konjonktürü aleyhine çevirerek tabutuna büyük bir çivi daha çaktı. Başkaları yaptıysa dikkatleri yeniden Suriye’ye çevirerek müdahaleyi hızlandırdı. Bir saldırı ya da kısmi müdahale Nusra için de konsolidasyon aracı olacak gibi. Nusra tarzı örgütler Batılıları ve Türkiye’yi Suriye’ye çekmeyi ‘severek’ kabul ederler.

Suriye’ye yapılacak müdahale rejimin askeri gücünü azaltmakla birlikte belli oranda ordu içinde kırılmalara yol açabilir. Zaten saldırı Esad’ın askeri kapasitesini düşürüp, son günlerde ciddi anlamda (iddialara göre Türkiye üzerinden) silahlandırılan muhaliflerin savaş gücünü arttırmayı amaçlıyor. Ancak Esad’ın askeri gücünü tamamen yok etmeyi de göze alamıyorlar. Çünkü Esad sonrası Suriye’de El Nusra ile karşı karşıya gelecekler. Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) içinde sayılan ama bu yapıdan bağımsız davranan ve bu yapının kararlarına uymayan El Nusra ile Irak Şam İslam Devleti benzeri örgütler Suriye’yi özgürleştirmekten çok Suriye’de şeriata dayalı bir emirlik kurmak  için savaşıyor. ÖSO’ya giden silah ve finans kaynaklarına zorla el konuyor, belli bölgelerde şeriat uygulamaları yapılıyor. Esad’ın zayıflaması ile birlikte ÖSO’nun bu gruplarla başa çıkma ihtimali düşük. Bu nedenle Esad’ın gücünün kırıldığı ama tamamen yok olmadığı bir Suriye şimdilik ABD’nin işine gelmiyor. Amerika’nın pragmatik politikası da Mısır’da karşı olduğu İhvan hareketini Suriye’de desteklemekten geçiyor. Amerika ve müttefikleri  Esad rejiminin son dönemdeki kazanımlarına darbe vurarak Cevrede toplanması planlanan konferans öncesi rejimin gardını düşürmeyi planlıyor.

 ASIL SORUN MÜDAHALE SONRASI

Suriye rejimin bir anda yıkılması en çok İran ve Hizbullah’ın aleyhine olacağı aşikar. Çünkü İran, Suriye üzerinden Hizbullah’ı destekleyerek İsrail’i bu hat üzerinden tedirgin etmeye çalışıyor. Bu hattın Suriye bölümü çökmemesi İran için varoluşsal bir durum. Bu nedenle İran bir saldırı sonrası  Hizbullah’ı kullanma kapasitesine sahip. Özellikle Hizbullah’ın sessizliğini göz önüne alırsak Suriye rejiminin alacağı darbeye orantılı olarak Lübnan’ı ele geçirebilir, İsrail’e füzelerle saldırabilir. Suriye’nin İsrail’i de vurması sürpriz olmaz. Kazananı  olmayacak bir mücadele olsa bile sonuç olarak bölgeyi birbirine katacak bir durumdur ve hayata geçmesi mümkündür.
Türkiye’ye gelince. Türkiye müdahaleye karşıyız diyerek yola çıktığı ‘Suriye seferi’nde müdahaleye ortak olma noktasına geldi. Türkiye rejimi devirme iddiasının aksine bu süreçte amacını gerçekleştiremedi ve muhaliflerin örgütlenmesini başaramadı. Bu arada Türkiye sınırı silah güzergâhı oldu. Ve belki de cumhuriyet tarihinde ilk kez bir sorunun içine bu kadar girildi. İronik olan şimdi Türkiye’nin müdahaleye sadece lojistik destek vereceğini söylenmesi. Peki, Türkiye başından bu yana zaten Suriye’nin içinde değil miydi? Muhalifler aracılığıyla bir vekalet yürütmüyor muydu? Unutmadan Türkiye Suriye füzelerinin menzili dışında değil. Belki bir Suriye saldırısı için ‘bekleşenler’ bile olabilir. Çünkü tarihte bazı savaşların ülke içini düzenlemek için en iyi kılıf olduğu bilinir.

Ancak asıl konu, bundan sonra Esadlı ya da Esadsız bir Suriye’nin ne olacağı. Suriye’de yaşananlar bir diktatörün, kendi geleceği için ülkesini yerle bir etmesiyle muhalefetin diktatörden kurtulmak için yola çıkarken hedefledikleriyle şu an ulaştıkları nokta arasında büyük uçurum. Yani Suriye’ye müdahil olanların ‘ajandalarını’ gerçekleştirmeleri zor artık. Tabii ki insani duyarlılık, sivillere ayırımsız yardım, sınırların Kürtler dahil herkese açılması Türkiye’nin ahlaki görevi ama '3 ay içinde Şam’daki Emevi Camii’nde namaz kılmaya' hazırlananlarla 10 yıl önce ‘canı Bağdat’ta olmak isteyenlerin’ sonuç alarak farkı yok gibi. Bir analoji yapılacaksa Suriye hem bir Irak hem de değil. Müdahale konusunda medya aynı retorik ve argümanları kullanılırken sonucun Irak’tan daha kötü olma ihtimali yüksek. Suriye’de ekilen düşmanlık tohumları yeni bir Suriye toplumunu mümkün kılmayacak durumda. Üstüne üstülük bu durumun mezhebi çizgilerle yürütülmesi sadece Suriye değil bölgesel açıdan da çok tehlikeli.  Ve de kışkırtılmaya müsait bir zemin.Irak işgalinin üzerinden 10 yıl geçti. Suriye’nin Irak’tan daha kötü olacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Türkiye’nin de bu manzaradan ders çıkarıp aktif bir müdahalesine karşı çıkmak, bundan sonrasına bulaşmaması gerek. Ne diyelim? İşte Irak. Orada duruyor. Karar sizin.